3 Mart 2017 Cuma

ALTI GÜN SAVAŞLARI’NIN ÖNLEYİCİ VE ÖNALICI SAVAŞ KAVRAMLARI ÇERÇEVESİNDE İNCELENMESİ



         Giriş

     Bilindiği üzere Uluslararası Hukukun başlıca amaçlarından biri genel yasaklamalar şeklini alan güç kullanımının düzenlenmesidir. Meşru müdafaa düşüncesi ile ortaya konan önleyici ve önalıcı savaşa, acaba Uluslararası Hukukta yer var mıdır? Bu soruya açık ve net olarak verilebilecek bir cevap yoktur. Bununla beraber önleyici veya önalıcı askeri güç kullanımının
meşruluğu konusunda uluslararası toplumda ciddi fikir ayrılıkları olmasına rağmen, bazı istisnalarla birlikte bu sorunun cevabı hayırdır. Diğer bir deyişle, Uluslararası Hukukun geleneksel yorumu açısından, bu tür eylemlerin çok kısıtlı koşullar altında uygulanabileceği belirtilmiştir.
     Bu tezin amacı, yaklaşık bir asırdan beri devam eden Filistin-İsrail Çatışmasını incelemektir. Öncelikle Filistin’de ki bu sorunun tarihsel arka planına kısaca dokunduktan sonra 1967-Altı Gün Savaşları üzerine yoğunlaşılacaktır. Bu konu incelenirken “önleyici savaş” ve “önalıcı savaş” kavramları temelinde savaşın analizi yapılacaktır. Uluslararası toplumun bu süreçte iki tarafa yaklaşımının savaşların kaderini nasıl etkilediği, savaşların sonuçları ve savaşların asıl kaybedenleri olan sivil nüfusun durumu incelenecektir.





















FİLİSTİN

     Filistin kelimesi M.Ö. bugünkü İsrail, Ürdün ve Mısır topraklarının bir bölümünü kapsayan alanda yaşamış kavmin adı olup, İbraniler bu halka “Pelishtin” ve bunların yaşadığı yere de Filistin ülkesi anlamına gelen “Pelesheth” derken Romalılar bu topraklara “Palestina” demiştir.Filistin’in ilk halkı Arap yarımadasından göçen Sami ırkındandır. İddiaya göre Arap yarımadasında büyük bir kuraklık gösterince, burada yasayan halklar civar bölgelere göç etmiştir. Filistin bölgesine de ilk göçlerin M.Ö. 5000-3000 yılları arasında Kenaniler tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır. Kudüs şehrinin kurucularının da Kenaniler olduğu belirtilmektedir.



İSRAİLOĞULLARI

     Yahudilerle ilgili bilgilerin geneli Tevrat’a (Eski Ahit) dayanmaktadır. Tevrat’ın yaradılışa ait ilk kitabı Genesis’e göre Yahudi Kavminin başlangıcı ve Yahudilerin en ulu dedeleri Hz. İbrahim’dir. Hz. İbrahim’den sonra kabilenin başına oğlu Hz. İshak geçmiştir. Hz. İshak’tan sonra İsrail teriminin de ortaya çıkmasına sebep olan Hz. Yakup, kabilenin basına geçmiştir.Tekvin’de Yehova’nın (Tanrı)Yakup’un ismini İsrail olarak değiştirdiği belirtilmektedir. Hz. Yakup’un çocuklarına da İsrailoğulları denilmiştir.21 Yahudi olarak isimlendirilmeleri ise Hz. Yakup’un dördüncü oğlu Yahuda’dan (Juda) dolayı olmuştur.







VAADEDİLMİS TOPRAK (ARZ-I MEV’UD)

     Filistin-İsrail Çatışmasının temelinde dış etmenler göz önüne alınmadığında toprak sorunu yatmaktadır. Yahudilerin, bugünkü İsrail topraklarına 20.Yüzyıl basında sistemli olarak başlattıkları göçün nedeni, göç ettikleri yerlerin “Yahudi Yurdu” (harita.1) ve buraları kendilerine vaat edilen topraklar olduğu düşüncesidir.
     Yahudilerdeki Arz-ı Mev’ud anlayışı, Allah’ın emirlerini yerine getirmeleri karşılığında, Allah’la yapmış oldukları anlaşma anlamına gelmektedir. Tevrat’ın Tekvin bölümünde, Yahudiler, namaz kılma, zekât verme, kan dökmeme, kimseyi yurtlarından çıkarmama, yetim ve düşkünlere yardım etme konularında Allah’a söz vermiştir. Allah’ta Yahudilere verdikleri sözü tutarsa, Yahudileri seçkin bir kavim ve kutsal topraklara varis kılacağını belirtmiştir.
 
   Harita.1





FİLİSTİN- İSRAİL ÇATIŞMASININ KÖKENLERİ

     Filistin-İsrail çatışmasının kökeninde, yaygın düşünce iki düşman toplum arasında yaşanan tarihsel ve dinsel uzlaşmazlıklardan kaynaklanan olaylar olduğu düşünülmektedir. Bu düşünce tam anlamıyla doğru değildir. Dünya tarihine bakıldığında komsu pek çok ülkelerin arasında husumetlerin yaşandığı görülmekte, yaşanan sorunlar uluslararası aktörlerin ve toplumun desteği hatta bazen baskısıyla çözülmekte, çözülemediği durumlarda ise var olan anlaşmazlığın en azından sıcak çatışma ortamına varması engellenmektedir. Fakat Filistin’le İsrail arasında yaklaşık bir asırdan fazla zamandır süren düşmanlık, çatışma her geçen gün artarak devam etmekte, uluslararası aktörler çözüm için inisiyatif ortaya koymadığından uluslararası toplumun baskısı da belli bir noktada tıkanmaktadır. Bu bakımdan Filistin-İsrail
çatışmasının tarihsel sürecinden önce, Filistin ve İsrail halkları arasında oluşan bu düşmanlığın kökenlerini incelemek gerekmektedir.
     Çatışmanın kökeninde Anti-Semitizm ve Siyonizm’in çok büyük etkisi vardır. Anti-Semitizm, Yahudilerde travmatik bir etki yaratırken Siyonizm; Filistinlilere, Yahudilerin tarihte yasadıkları acıları yaşatmıştır. Ama Anti-Semitizm, Batı uygarlığının Yahudilere uygulamalarıyken, Siyonizm, Filistinlileri hedef almıştır. Dolayısıyla Filistinlilerin bu çatışmada olmasının tek nedeni bu topraklarda yaşıyor olmalarıdır.

PRE-EMPTİVE VE PREVENTİVE SAVAŞ NEDİR?

     Uluslararası ilişkilerde bu iki kavram farklı anlamlar içermektedir: “Kendi ülkesini korumak için önce davranma” ya da “saldırıdan önce saldırma” anlamına gelen “pre-emptive” eylem, bir devletin “ani bir saldırı tehdidi” karşısında savaş stratejisini anlatır. Arap-İsrail savaşlarının tarihsel-stratejik çözümlemesine girmeden, 1967’de Mısır ve Suriye kuvvetleri İsrail sınırına hareket ettiği anda, İsrail’in bu ülkelerden daha hızlı davranarak yaptığı saldırıyı “pre-emptive eylem”e örnek verebiliriz. Hiçbir ülkenin kendisine yönelik saldırı tehdidine müsaade etmeyeceği anlayışından hareketle uluslararası toplum genel anlamda bu tür eylemlere ya da saldırılara karşı toleranslıdır.
     Diğer yandan “önleyici” anlamına gelen “preventive” askeri eylem ise, “tehdit yeteneği kazanmadan hedef ülkenin vurulması” anlamındadır. “Önleyici” saldırılar uluslararası toplum tarafından genellikle kınanır. Bu çerçevede Japonya’nın 1941’deki PearlHarbor saldırısı “önleyici” saldırı olarak değerlendirilebilir.


                   ALTI GÜN SAVAŞLARI

İSRAİL’İN ÖNALICI ASKERİ GÜÇ KULLANIMINA BAŞVURMASI


     İsrail’in 1967’de uyguladığı önleyici askeri faaliyet kararı, yakın bir tehdide yönelik olarak önalıcı kuvvet kullanımı bakımından son derece uygun bir örnek teşkil etmektedir. Handel’e göre aşağıdaki hususlar İsrail tarafından savaş sebebi (Casus Belli) olarak ilan edilmişti;
- Bir veya birden çok Arap ülkesinin askeri gücünün sınır bölgelerinde tehditkar oranda yoğunlaşması.
- Tiran boğazının veya İsrail’e doğrudan olan hava ve su yollarından birinin kapatılması.
- Misilleme politikalarıyla baş edilemeyecek oranda yoğun yarı askeri faaliyetler veya dayanılamayacak ölçüde Arap gerilla faaliyetleri.
- İsrail’in doğu ve kuzey sınırında Ürdün ve Lübnan’dan daha kuvvetli bir Arap devletinin kontrolü ele geçirme gayreti ile güç dengesinin değişmesi.
- İsrail’e olan silah yardımından daha fazlasının Arap ülkelerine yapılması ve bunun sonucunda güç dengesinin İsrail’in aleyhine değişmesi.

     İsrail’in ilan etmiş olduğu bu kırmızı çizgiler; Tiran Boğazının kapatılması, Mısır kuvvetlerinin Sina’ya yerleşmesi ve Ürdün askeri gücünün yabancı ülkelerin komutası altına girmesi gibi eylemlerle Mısır, Suriye ve Ürdün tarafından fiilen çiğnenmiştir. İsrail karar makamları, artık savaşın yakın olduğu kanaatine varmış ve ilk taarruza dayanamayacaklarına karar vermişlerdir. Bu nedenle İsrail inisiyatifi ele alarak ilk darbeyi vurmuş ve böylece 5 Haziran 1967 sabahında Arap komşularına karşı Altı Gün Savaşı olarak da bilinen önleyici
askeri faaliyeti (önalıcı savaş) başlatmıştır.

     Brecher, Altı Gün Savaşı analizinde krizi birbirini takip eden üç safhaya ayırmıştır.

- 17-22 Mayıs 1967: Algılama ve Seferberlik
- 23-28 Mayıs 1967: Erteleme ve Diplomasi
- 29 Mayıs - 4 Haziran 1967: Kararlılık
     Zamana bağlı olarak yapılan bu ayırım, İsrailli liderlerin önalıcı askerikuvvet kullanma kararına nasıl geldiğinin anlaşılmasında faydalı olacaktır. Ayrıca, ülkeler açısından yapısal/güvenlik, hukuki ve normatif etkenlerin öneminin her safhada nasıl değiştiği bu şekilde daha iyi görülebilecektir.

1’ inci Safha: Algılama ve Seferberlik (17-22 Mayıs)

     Krizin ilk safhası Sina’dan BM’nin UNEF kuvvetlerinin çekilmesi ve ardından Mısır kuvvetlerinin bu bölgeye intikali ile başlamıştır. Wagner’e göre Mısır bu hareketle saldırgan bir tavır sergilemek istememişse de, Suriye bu kadar sabırlı davranamamıştır. Suriye Dışişleri Bakanı tarafından ifade edilen şekli ile BM kuvvetlerinin “yol açın kuvvetlerimiz harp yolunda” anlamına gelen bu şekildeki çekilmesi, “Arap devriminin önünde hiçbir şeyin duramayacağını kanıtlamaktadır.” şeklindeki açıklaması tehditkar algı uyandırmıştır.
     İsrail yöneticileri, Arap ülkelerinin benzer açıklama ve faaliyetlerinden kaygı duymaya başlamıştır. İsrail’in kaygılarının farkında olan ABD Başkanı Johnson, İsrail’i Mısır’ın Sina’ya yönelik harekâtına karşı bir misilleme yapmaması konusunda uyarmıştır. Rodman’a göre ABD krize yönelik belirgin bir çözüm formülü sunmasa da, açıkça bozulan statükonun yeniden düzene konmasını, BM kuvvetlerinin Sina’daki yerlerine dönmesini, Mısır ve İsrail’in seferberlik faaliyetlerine son vermesini umut etmiştir.
     Daha sonra çok bilinen bir deyiş haline geleceği üzere 18 Mayıs 1967’deBaşkan Johnson; “Bölgede gerilim ve şiddeti artıracak her türlü adımın atılmasından kaçınılması gerektiğini sizlere kuvvetli bir şekilde vurgulamak istiyorum. Bize danışılmadan atılacak hiçbir adımdan ABD’nin sorumlu tutulamayacağını ve ABD’nin bu durumu kabul edemeyeceğini anlayacağınızı düşünüyorum.” açıklamasını yapmıştır. İsrail açısından ABD’nin mesajı çok açıktı: “Şu an için tek taraflı bir karar almayın.”
     İsrail’in, Arap devletlerinin kuvvetlerini koordine etmeye başladığını, Suriye’nin tüm silahlı kuvvetlerini tam seferberlik durumuna getirdiğini ve Mısır’ın füze üslerini tam alarma geçirdiğini öğrenmesi üzerine durum 19 Mayıs 1967’den itibaren ciddi bir şekilde değişmeye başlamıştır. Tüm bunlara ilave olarak Mısır Sina’ya çok sayıda askeri kuvvet ve malzeme yığmıştır. Bu gelişmelerin sonucunda artık İsrail tarafı, kırmızı çizgi olarak ilan ettiği Tiran Boğazının kapatılabileceği ihtimaline inanmaya başlamıştır. Daha da kötüye giden bu duruma karşılık İsrail hükümeti, silahlı kuvvetlerini seferber etmeye ve boğazların kapatılması durumunda kendi hakları olan açık denize ulaşma konusunda uluslararası destek arayışına karar vermiştir.
     İsrail hükümeti, deklere ettiği kırmızı çizgilerin askeri güçle aşılmasına öncelikle şiddet içermeyen yöntemlerle cevap verme yoluna gitmiştir. Bir başka ifadeyle İsrail, tüm diğer yolların denenmesi ve başarısız olunmasından sonra başvurulması gereken askeri güce, askeri gücü kullanmadan önce uluslararası hukuka müracaat ederek yaklaşmıştır.
     Bu konuda Brecher, “İsrail başbakanının Fransa devlet başkanı deGaulle’e; İsrail kendi başına saldırgan bir faaliyeti başlatmayacaktır. Ancak, kendi toprağını ve uluslararası haklarını korumaya son derece kararlıdır. Kararımız, Mısır bize saldırmadıkça, ya da Tiran Boğazını kapatarak İsrail’in ulaşım özgürlüğünü engellemedikçe, Sharm elSheikh’deki Mısır kuvvetlerine yönelik herhangi bir faaliyette bulunmamaktır” şeklinde bir mektup yazdığını belirtmiştir. Aynı şekilde İsrail Dışişleri Bakanı Eban da Fransız meslektaşı Couvre de Murville’e; “Fransa’nın geçmişte, 1957’de İsrail tarafından açıklanan ve serbest geçişin engellenmesini İsrail’in kendisine yapılan bir saldırı olarak algılayacağı ve bunun BM Antlaşmasının 51’inci maddesinde ifadesini bulan meşru müdafaa hakkını kullanmayı gerektirecek bir durum olarak kabul edileceğini” onayladığını hatırlatmıştır.
     Bu yönüyle, krizin ilk safhalarında yürütülen diplomatik faaliyetler açıkça göstermektedir ki, İsrail Uluslararası Hukuk sınırları içinde hareket etme gayretini göstermiş ve Uluslararası Hukuktan yardım beklemiştir. Anlaşıldığı kadarıyla İsrail, dost ve müttefiklerinden sadece yardım beklememiş, aynı zamanda gelecekte uygulayacakları hareket tarzları için de hukuki altyapıyı oluşturmaya başlamıştır.
     İsrail Başbakanı Eshkol, UNEF Kuvvetlerinin Sina’dan geri çekilmesinin duyurulmasından hemen sonra, ancak Tiran Boğazının kapatılmasından önce, gelişmekte olan krize tedbir olarak 22 Mayıs’ta seferi kuvvetler için kısmi seferberlik ilan etmiştir. Bundan sonraki tartışmalarda, İsrail’in Arap faaliyetlerine karşılık daha aktif bir politika izlemesi talebinde bulunanlar olmuştur.
     Örneğin bunlardan biri olan Menahem Begin, şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Geçen birkaç günde güvenlik durumumuz ciddi olarak kötüye gitmiştir ve bu bir gecede düzelmeyecektir. Birçok testi başarı ile geçen milletimiz bunu bilmelidir. Millet bilmektedir ki, her ne kadar bu gerçek bazen saklansa da çevresi kendisini yok etmek isteyen düşmanlarla çevrilidir. O, milli egemenliğimizin ihlal edilmesini, saldırgan faaliyetleri ya da mayınları kabul etmeyecek, bu saldırganlığa karşı uluslararası kabul görmüş haklar çerçevesinde kendisini savunacaktır. Güneyimizdeki düşmanımız, kuzeydeki düşmanımıza karşı kendi savunma hakkımızı kullanmamız durumunda saldırı tehdidinde bulunmaktadır. Eğer bu tehdit başarıya ulaşırsa ve eğer Suriye tarafından düzenlenen düşmanca tutumu ile saldırgan faaliyetleri kabul edersek, bu sadece düşman için çok büyük bir zafer olmayacak, aynı zamanda ülkemiz saldırılara da açık olacaktır. Yahudi kanı rahatça dökülebilecek ve egemenliğimiz alay konusu olacaktır. Bu nedenle güneyden gelen saldırı tehdidinin, kuzeyden gelen saldırganlıkları kabule hizmet etmeyeceği açık ve yüksek sesle söylenmelidir. Eğer bu saldırganlık devam ederse İsrail kendini savunma hakkını kullanacaktır.”.
     Begin, o dönemin muhalefet üyelerinden biri olarak durumun üstesinden gelmek için tek taraflı hareket edilmesi gerektiğine dair bir tartışma yaratmıştır. Tartışma hala meşru müdafaa çerçevesinde değerlendirilirken, konu aslında İsrail’in kendi menfaatlerini koruması için harekete geçmesini gerektiren özgüvene dayandırılmaktadır. Begin gibi şahin diye nitelendirilen kanadın tek taraflı hareket etme tercihinin tersine Eskhol hükümeti, krizin bu safhasında diplomatik ve çok taraflı bir yaklaşımı izlemeye devam etmiştir.
     Krizin ilk safhasında yer alan son etken ise Nasır’ın 22 Mayıs’ta açıkladığı Tiran Boğazını (Harita 2) kapatma kararıdır. Bu olay Mısır ile İsrail arasındaki krizde köklü bir değişime neden olmuş ve krizin yükselmesine işaret etmiştir. 22 Mayıs aynı zamanda ABD Başkanı Johnson’un 6’ncı Filoyu iki uçak gemisiyle Doğu Akdeniz’e gönderme talimatı verdiği tarihtir. Ancak bu talimatın, Tiran Boğazının kapatılmasının açıklamasından önce mi yoksa sonra mı olduğu açık değildir.
 
Harita 2.


2’nci Safha: Erteleme ve Diplomasi (23–28 Mayıs 1967)

     Mısır devlet başkanı Nasır, 23 Mayıs 1967’de İsrail’e gitmekte olan tüm gemilere boğazların kapatıldığını açıklayan konuşmasını yapmış ve konuşmasında; “Dün silahlı kuvvetler Şarm el Şeyhi ele geçirmiştir. Bu Akabe Körfezinde ki Mısır karasuyudur, egemenlik haklarımızın bir teyididir. Hiçbir şartta İsrail bayrağının Akabe Körfezinden geçişine müsaade edemeyiz. Savaş istiyorlarsa biz hazırız, buyursun gelsinler. Silahlı kuvvetlerimiz, halkımız, hepimiz harbe hazırız, ancak hiçbir şartta haklarımızın hiçbirinden imtina etmeyeceğiz. Buraları bizim sularımızdır.” hususlarını dile getirmiştir. Böylece Nasır, sadece İsrail ablukasını duyurmamış, aynı zamanda Mısır’ın İsrail ile savaşa hazırlandığını da açıkça beyan etmiştir.
     BM Genel Sekreteri U Thant, Nasır’ın UNEF gücünü Sina’dan çekme talebine rıza gösterirken, BM Güvenlik Konseyi de UNEF’in çekilmesi ve Tiran Boğazının kapatılması konusunda herhangi bir tedbir almada başarısız olmuştur. ABD ve İngiltere ablukayı Uluslararası Hukukun bir ihlali olarak görmüştür. Nitekim Başkan Johnson; “ABD körfezi uluslararası bir suyolu olarak görmekte ve İsrail gemilerinin ablukaya alınmasını kanunsuz bulmakta ve barışın tesisine yıkıcı tesir edeceğine inanmaktadır. Uluslararası sulardan serbest ve zararsız geçiş hakkı, tüm uluslararası camianın hayati menfaatidir” sözleriyle ABD’nin konuya bakışı ve tutumunu bir kez daha ifade etmiştir.
     Bu çerçevede İsrail, uluslararası su olarak görülen bir bölgedeki yasal haklarını geri kazanabilmek için eyleme geçmeye yönelik bir kısım uluslararası hukuk temeli kazanmıştır. Buna rağmen abluka süresince önleyici bir faaliyette bulunmama konusunda ABD tarafından kuvvetli baskı görmüştür. Johnson, İsrail’in uluslararası suları kullanma hakkını desteklemesine rağmen, İsrail’i bu hakları alma konusunda tek taraflı güç kullanmaması için uyarmıştır
     Nasır’ın Tiran Boğazını kapadığı açıklamasının ardından Başbakan Eshkol bunun açıkça Uluslararası Hukuka aykırı bir girişim olarak nitelemiştir. Mecliste yaptığı konuşmada Eshkol:
     “Bu sabah Mısır Devlet Başkanı Akabe Körfezi ile Kızıl Denizi birbirine bağlayan Tiran Boğazını İsrail bayraklı gemiler ile stratejik özellikte yük taşıyan diğer gemilere kapama niyetini ifade eden bir açıklama yapmıştır. Körfezdeki serbest dolaşımın herhangi bir şekilde
engellenmesi uluslararası özgürlükler ile ülkelerin egemenlik haklarının ciddi şekilde ihlali ve İsrail’e yönelik saldırgan bir faaliyettir.
     1957’den bu yana, denizcilikte gelişmiş ülkeler dahil bir çok devlet Akabe Körfezi ve Tiran Boğazından serbest geçiş hakkının uygulanmasını açıkça beyan etmişlerdir. Geçtiğimiz birkaç günde İsrail, bu hükümetler ile yakından temasa geçmiştir. Bunun sonucunda, bahse konu haklar konusunda ciddi ve yaygın bir uluslararası destek alınmıştır.
     Burada test edilecek olan uluslararası hukuk ve düzenin dayandığı açık ve resmi uluslararası taahhütlerdir. Bu yüzden bu an sadece İsrail için değil tüm dünya için bir kader anıdır. Bu durumu göz önünde bulundurarak, buradan diğer tüm ülkelere güney limanımıza olan serbest dolaşım hakkınızı derhal uygulamaya koymanızı talep ediyorum.”
     Bu sözleriyle Eshkol, Uluslararası Hukuka krizi çözmesi için açık ve doğrudan bir çağrıda bulunmuştur. Hem politik olarak yakın olduğu, hem de ticaret bağları bulunduğu ülkeleri yanına alarak hareket etmeyi tercih etmiştir. Bu süre zarfında İsrail, Mısır’ın faaliyetlerine dönük olarak tek taraflı askeri tedbirlere de başvurabilirdi. Ancak tam tersine, krizin çözümünde öncelikle kuvvete başvurma yerine diplomatik ve hukuki çözüm arayışlarına ağırlık vermiştir. Aynı gün Bakanlar Kurulu toplantısında Eban, “Asıl soru bizim buna karşı koymamız değil, tek başımıza mı yoksa diğerlerinin destek ve anlayışı ile mi karşı koymamızdır.” sözleriyle hükümetin arayışını ifade etmiştir.
     Bu noktaya kadar İsrail hükümeti krize yönelik (Tiran Boğazının kapatılması konusunda) üç karar almıştır:
· Abluka resmi bir saldırı hareketidir.
· ABD’den tavsiyeler alınıncaya kadar ne şekilde reaksiyon gösterileceğine karar verme konusunda 48 saatlik bir erteleme yapılmıştır.
· Dışişleri Bakanı ABD Başkanı ile durumu tartışmak üzere yüz yüze görüşme imkânlarını arayacaktır.
     Başbakan Eshkol, kendi generallerinden önleyici bir müdahale için zamanın çok uygun olduğu yolunda öneriler alırken, ABD tarafından bu tür bir hareket tarzının izlenmemesi yönünde telkinler alıyordu. Bu kapsamda Oren’e göre “U Thant’ın UNEF gücünün çekilmesi kararının üzücü olmasına rağmen Johnson, Sovyetleri işbirliği içinde gördüklerini, ABD’nin BM ve diğer uluslararası platformlarda krizin barışçıl yollarla çözümüne çalıştığını yazıyordu.
Kriz sonuçlanana kadar ABD, Patton tankları, Hawk füze parçaları, gıda ve ekonomik yardımdan oluşan 47.3 milyon dolarlık yardım ile 20 milyon dolarlık krediyi, içinde bulunduğu durumun üstesinden gelmesi için İsrail’e vermeye niyetliydi. Ancak bir ön şart söz konusudur, o da; İsrail ablukayı kırmak için bir test botunu dahi göndermeyecek ya da harbi önceden başlatacak bir girişimde bulunmayacaktı. İsrail’in herhangi bir tek taraflı hareketi, ancak tüm barışçıl yollar tüketildikten sonra makul görülebilecektir.
     Tek tehdit, Tiran Boğazının kapatılması olarak kaldığı sürece İsrail hükümeti, ABD ve başta İngiltere olmak üzere diğer denizci ulusların krize bir çözüm bulabilmesine kadar beklemeye razıydı. Diğer yandan, eğer İsrail hükümeti, ilk taarruzun dezavantajları gibi kendi hareketlerine yönelik olası politik tepkiler konusunda kaygı duymamış olsaydı önleyici askeri harekâta başvurabilirdi. Nitekim bunun, ilan edilmiş kırmızı çizginin geçilmesi, caydırıcı seviyede askeri kabiliyetin muhafazası, ya da ilk taarruzun avantajlarından yararlanma gibi stratejik temelleri mevcuttu. Buna rağmen İsrail karar vericileri tarafından tüm diğer gerekçeli alternatifler tüketilmeden harekete geçmeme ön planda tutulmuştur. Diğer bir ifade ile eğer İsrail hükümeti hukuki ve normatif değerleri dikkate almasaydı, Mısır askeri gücü Sina’yı geçtiğinde ya da Tiran Boğazını kapattığında önleyici askeri güç kullanımına müracaat edebilirdi.
     Bu süreçte kısa süreli de olsa diplomatik faaliyetler İsrail, ABD, İngiltere ve Fransa arasında yürütülmüştür. Dışişleri Bakanı Eban, ABD ile görüşmeler yapma amacıyla Washington’a hareket etmiş ve yolda önce Londra, ardından da Paris’e uğramıştır. Bu ziyaretler sırasında Fransa ve ABD’den alınan mesajlar aynı olmuştur: İlk müdahaleyi yapanın İsrail olmaması İsrail’in menfaatinedir. Ancak İngilizler, çok arzu etmelerine rağmen İsrail’e nasıl bir yol izleyeceklerine dair tavsiyede bulunamayacaklarını belirtmiştir.
     Bu kısa diplomasi turu sırasında de Gaulle, Eban’ı önleyici müdahalede bulunmama konusunda uyarmıştır. Eban’a ifadesine göre; “Daha masasının yanına oturtulmadan bana yüksek sesle “Ne faites pas la guerre” demiştir. O an daha tanıştırılmamıştık bile. Ardından selamlaştık ve General sanki sözünü tamamlarcasına “Ne pahasına olursa olsun ilk ateş eden siz olmayın. Eğer İsrail saldırırsa bu ölümcül olacaktır. Dört süper güç bu sorunu çözmelidir.
Fransa, Sovyetleri kabul edilebilir bir barışa yönelik olarak etkileyecektir.”.
     de Gaulle’ün İsrail’in kriz karşısında ne yapmak istediği sorusuna ise Eban; “Eğer seçenekler teslim olma ve direnme arasında ise İsrail direnecektir. Kararımız verilmiştir. Bu gün ya da yarın harekete geçmeyeceğiz, çünkü bize vaatte bulunanların tutumlarını henüz öğrenmekteyiz. Bu işte yalnız mı olacağız yoksa uluslararası bir çerçevede mi hareket edeceğiz bunu öğrenmek istiyoruz. Eğer İsrail yalnız savaşırsa, maliyeti kanlı ve ağır bile olsa bundan galibiyetle çıkacaktır. Eğer diğer güçler faaliyetlerini irtibatları çerçevesinde gerçekleştirirse, İsrail direnişini onlarınki ile harmonize edecektir. Sadece bunu öğrenmek için henüz haklarımızı teste başlamadık” yanıtını vermiştir.
     Eban’ın Fransa’ya verdiği bu mesaj, İsrail’in kuvvete başvurmadan önce her tür çözüm yolunun denenmesi ve barışçı yöntemlerin tüketilmesine öncelik verdiğinin ifadesi olmuştur. Ayrıca, çok taraflı bir çözüm için açık bir tercih de ortaya konulmuştur.


3’üncü Safha: Kararlılık (29 Mayıs-4 Haziran 1967)

     Krizin üçüncü ve son safhası Eshkol’un Knesset’teki hitabı ile 29 Mayıs tarihinde başlamıştır. Eshkol konuşmasında gelişen olayları özetlemiş ve bunlara karşı İsrail tarafından gösterilen tepkileri ayrıntılı olarak açıklamıştır. Özetle Eshkol aşağıdaki hususları dile getirmiştir;
     Bölgedeki gelişmeler güvenlik ve politik durumları değiştirmiştir. Buna bağlı olarak Hükümet İsrail’in hayati menfaatlerini garanti altına alabilmek için bir takım politik ve savunma tedbirleri almıştır. Barışı ve hayati menfaatlerimizi koruyabilmemizin ilk şartı askeri gücümüzdür. Bu nedenle, Hükümetin mutabakatı ile İsrail Silahlı Kuvvetleri yedeklerinin seferberliği emrini verdim. İsrail hükümeti birçok durumda Tiran Boğazı ile Akabe Körfezinde serbest dolaşım hakkını kullanacağını ve gerekirse bunu savunacağını açıkça bildirmiştir. Bu, hiçbir taviz verilmeyecek en üst seviyedeki milli menfaattir. İnanıyorum ki abluka devam ettiği sürece barış tehlikededir.
     Dışişleri Bakanının Paris, Londra ve Washington’a yaptığı kısa ziyaretlerin maksadı bozulan statükonun yeniden tesisi için destek sağlamaktı. ABD ve İngiltere bu konuda kararlı açıklamalar yapmıştır. Hükümetimiz, ABD’nin uluslararası sularda serbest dolaşımı taahhütettiği izlenimini tam olarak edinmiştir. Benzer bir tutuma İngiltere Başbakanı’nın Dışişleri Bakanımızla görüşmelerinde de şahit olunmuştur. Diğer denizci devletler de serbest dolaşım konusunda etkin şekilde destek olmaya hazır olduklarını bildirmişlerdir.
     Resmi taahhütlere bağlanan bu beklenti hükümetin bu safhadaki tutum ve faaliyetlerini önemli ölçüde etkilemiştir. Bizim yükümlülüğümüz en başta uluslararası taahhütleri test etmektir ki bu gelecek birkaç gün içinde açıklığa kavuşacaktır.
     Mısır’ın Tiran Boğazını kapatması, hırçın tutumu ve ordusunun sınırımızda yığınaklanma içerisinde olmasının yanı sıra, terörist faaliyetlerin de varlığı bölgedeki gerilimi en üst noktaya taşımıştır. Bölgede savaş rüzgârlarını estiren Nasır’ın bu hareketleridir. Bugün ordumuz personel, bilgi birikimi, silah ve teçhizat ile savaşma azim ve iradesi bakımından gücünün doruğundadır. Şu an sadece deniz ulaşım güvenliğini garanti altına almaya çalışıyoruz. Aynı zamanda Mısır liderliğinde olabilecek bir taarruz ihtimalini de göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Mısır ve müttefiklerinin sınırlarımızdaki yığınaklanmaları bu şekilde devam ettikçe, kanlı bir savaşın başlaması an meselesidir. Dolayısıyla İsrail Savunma Kuvvetleri herhangi bir taarruz durumuna karşı, harekât konusunu muhafaza edecek ve harbe hazırlık seviyesini en üst derecede tutmaya devam edecektir.
     Eshkol’un dikkat çektiği hususlar, İsrail hükümetinin hazırlıklı olduğunu ve gerekirse güç kullanabileceklerini, fakat öncelikli olarak diğer çözüm yollarını denemeye kararlı olduklarını açıkça göstermiştir.
     30 Mayıs’ta Ürdün Kralı’nın Mısır ile savunma anlaşması imzalaması bölgedeki tansiyonu daha da artırmıştır. Ürdün birliklerinin yabancı bir askeri gücün kontrolüne girmiş olması, İsrail için bir başka kırmızı çizginin ihlali anlamına gelmiştir. Aslında zaman geçtikçe savaş daha da yaklaşıyor ve İsrail’in endişeleri gittikçe artıyordu. İsrail tarafı, özellikle Mısır-Ürdün savunma işbirliğinin İsrail’e taarruz etmekten başka bir amacı olamayacağına inanıyordu.
     İsrail hükümetinin 30 Mayıs’ta yaptığı toplantıda önleyici askeri harekât kararı alınmamış olmasına rağmen konu gündeme gelmiştir. Wagner söz konusu kabine toplantısında önalıcı askeri harekât kararı alınıp alınmadığı noktasında yapılan tartışmalara dikkat çekmiş ve herhangi bir oylama yapılmamış olmasına rağmen kabine çoğunluğunun diplomatik çözüm
yollarının tıkandığı yönünde görüş birliğinde olduğu yorumunu yapmıştır.

     4’üncü Safha: Diplomasiden Önalıcı Güç Kullanımına Geçiş

     İsrail’in bu eylemi güvenlik, yasal ve ahlaki konular ile önleyici askeri harekât arasındaki etkileşimle ilgili ilginç ve önemli birçok soruyu gündeme getirmiştir. Brecher’e göre Çalışma Bakanı Yigal Allon önalıcı harekâtla ilgili 1967 baharında yazdığı, ancak savaş bittikten sonra yayınlanan bir makalesinde; “Önalıcı bir askeri harekâta ahlaken ve politik bakımdan karşı
çıkıyorum. Ahlaki bakımdan karşı çıkıyorum, çünkü İsrail’i herhangi bir tehlikeyle karşı karşıya bırakmadan savaşı erteleyebildiğimiz kadar erteleme imkânı varken, önleyici bir harekâta gerek yok. Ve savaşı yıllarca erteleme imkânımız var. Politik açıdan ise böyle bir hareket, saldırgan bir tutum takınma bakımından tarihi bir hata olacaktır. Bu durumda dünyada dostlarımızı kaybedeceğiz ve ambargoyla karşı karşıya kalma ihtimalimiz var.”
     Allon’ın düşünceleri önleyici bir harekete karşı İsrail üst düzey idaresinde önceden hâkim olan bir tutumu açıkça göstermektedir. Buna rağmen Allon, İsrail’in aşağıda sıralanan altı olası durumda önalıcı harekat seçeneğini düşünmesi gerektiğini savunmaktaydı. Bunlar;
- İsrail’e yönelik bir tehdit oluşturan taarruzi (Arap) birliklerin yığınıklanmaya devam etmesi.
- Düşmanın, İsrail Hava Üslerine sürpriz bir taarruza hazırlandığı yönünde açık bir istihbarat söz konusu olursa.
- Bilimsel kurumlara ve nükleer reaktörlere yönelik bölgesel bir taarruz söz konusu olursa.
- Terör ve bombalama eylemleri pasif savunma tedbirleri ile kontrol altına alınamayacak boyutlara ulaşırsa.
- Ürdün herhangi bir Arap Devleti ile askeri ittifak içerisine girer ve yabancı ülke askerlerinin Ürdün topraklarında özellikle de Ürdün Nehrinin batısında konuşlanmasına izin verirse.
- Eğer Mısır Tiran Boğazını kapatırsa

     Allon’ın ortaya koyduğu yaklaşım, aslında İsrail liderlerinin karşı karşıya oldukları çelişkiyi göstermektedir. Bir tarafta önalıcı/önleyici bir harekete karşı ahlaki ve hukuki kısıtlamaların olduğunu ifade eden açıklamalar, diğer tarafta ise belirli şartların gerçekleşmesi durumunda ilk tetiği çeken olma konusunda yapılan tartışmalar yer alıyordu. Asıl soru ise hangi tarafın daha ikna edici olduğuydu.
     Genellemek gerekirse, Altı Gün Savaşları krizinin devletlerin ahlaki ve hukuki mülahazalarla sadece belirli bir noktaya kadar (bir taarruzun gerçekleşmek üzere olması veya bir devletin bekasına yönelik ciddi bir tehditle karşı karşıya kalması) engellenebileceği görüşünün daha fazla ağırlık kazanmasına sebep olduğu söylenebilir. Eğer ahlaki ve hukuki mülahazaların sınırlamaları olmasaydı veya güvenlik konusu ağırlık kazansaydı, İsrail’in önalıcı askeri harekâtı daha önce gerçekleşebilirdi.
     Aslında kriz süresince İsrail’in önalıcı askeri harekâta başvurabileceği üç bariz durum yaşanmıştır. Bunların ilki, 22 Mayıs 1967’de Mısır devlet başkanı Nasır’ın Tiran Boğazını kapatma tehdidinde bulunmasıydı. Bu durum sadece İsrail’in uğruna savaşı başlatabileceği “kırmızı bir çizgi” değildi, aynı zamanda ABD ve İngiltere de bu konuyu saldırgan bir tutum olarak görmekteydi. Literatüre göre İsrail bu noktada diğer devletlerin durumuna bakmaksızın, Boğazın kapatılmasına karşılık önleyici harekata başlayabilirdi.
     Tiran Boğazının kapatılması, İsrail’in “Casus Belli” olarak ilan ettiği hususlara doğrudan bir meydan okumaydı. Kırmızı çizgi ihlaline karşı uygun reaksiyon gösterilemediği takdirde İsrail’in caydırıcılığı ciddi anlamda zarar görebilirdi. Bu durum ise İsrail düşmanlarını, karşılığında bir reaksiyon olmayacağı düşüncesiyle diğer kırmızı çizgileri ihlal etme konusunda cesaretlendirebilirdi. Nitekim de böyle olmuştur. İsrail, ahlaki ve hukuki normlar içinde kalarak, öncelikle askeri olmayan tüm çözüm yollarını deneme durumunda kalmıştır.
İsrail hükümeti belli ki, Batı Dünyasının Tiran Boğazının uluslararası bir statü altına alınması konusunda başarıya ulaşabileceğini ve dolayısıyla İsrail’in güç kullanma durumunda kalmayacağını düşünmüş. Bu açıdan bakıldığında İsrail hükümeti, öncelikle uluslararası toplumun konu üzerinde çalışmasını, sonuç alınamadığı takdirde ise İsrail’in tek başına tutum takınabileceği bir hareket tarzını açıkça benimsediği görülmektedir.
     Önleyici askeri harekâtı gerektiren ikinci durum, 25 Mayıs 1967’de İsrail istihbaratının, Sina yarımadasındaki Mısır birliklerinden 4’ncü Zırhlı Tümenin harekete geçtiği yönündeki bilgiye ulaşmasıdır. Bu olay üzerine İsrail, savaşın çok yakın olduğu sonucuna varmıştır. Öngörüye dayanan bir harekata yönelik nihai motivasyon unsurunu, Nasır’ın Mısır ve Suriye’nin beraber hazırlandıkları savaşın “Genel bir savaş olacağı ve hedeflerinin İsrail’i yok
etmek olduğu” yönündeki açıklaması oluşturmuştur. Bu noktada önleyici harekâta yönelik motivasyonu artıran unsur sadece İsrail’in caydırıcı imajının korunması değil, aynı zamanda baskın avantajından da yararlanma arzusu olmuştur.
     İlk taarruz ederek baskın avantajından yararlanma stratejisine göre, yakın bir tehdide maruz kalma ve düşmanla savaş korkusu olan devletler için bekleyip düşman taarruzunu göğüslemekten, ilk taarruz eden taraf olunması daha iyidir. Bu çerçevede baskın avantajından yararlanma düşüncesi İsrail için önemliydi. Çünkü İsrail, kara parçası olarak küçüktü ve bu nedenle yerleşim yerleri ile savunma hattı arasında yeteri kadar derinlik yoktu. Ancak yine de krizin bu noktasında ahlaki ve hukuki normlara karşı gelerek önleyici bir harekât yapmanın olası kayıpları, kazançlarına nazaran daha fazla görüldüğünden, krizin sona erdirilebilmesi için askeri olmayan çözüm yollarının denenmesine devam edilmiştir.
     Önleyici askeri harekât için üçüncü durumu ise 30 Mayıs 1967’de Mısır ve Ürdün’ün savunma anlaşması imzalamasıdır. Ürdün birliklerinin başka bir ülke kontrolüne verilmesi, İsrail için bir başka casus belli anlamına geliyordu ve savaşın ilk emarelerini oluşturuyordu. Literatüre göre bir kez daha, baskın avantajından yararlanma stratejisi İsrail yönetimini bu noktada taarruza geçilmesi konusunda ikna etmeliydi.
     Bu iki durumun aksine, 30 Mayıs’tan sonra İsrail Hükümetinde diplomatik çözüm yollarının denenmesi yönündeki uzlaşmanın kaybolmaya başladığını belirtmek gerekir. Bu açıdan bakıldığında 30 Mayıs’ta yaşanan gelişmelerin dengeleri değiştirdiği ve ilk taarruz eden taraf olmanın avantajları karşısında dezavantajlarının daha önemsiz gibi algılanmasına sebebiyet verdiği söylenebilir.
     Kriz esnasında alınan kararların altında ne gibi temel motivasyonların bulunduğunu tespit etmek, imkânsız değilse de oldukça zor bir iştir. İsrail yönetiminin hiçbir şeyden etkilenmese de, en azından aşırı güç kullanmama konusundaki uluslararası norm ve hukuki mülahazalardan etkilendiği yönünde görüşler mevcuttur. Krizin çözümüne yönelik İsrail’in birden fazla devletin desteğini araması, krize ait belirli noktalarda ısrarla uluslararası norm ve hukuk mülahazalarını gündeme getirmesi, defalarca stratejik konumunu göz ardı etmesi, ilan ettiği kırmızıçizgilerden zaman zaman ödün vermesi gibi hususlar, söz konusu etkinin varlığına dair verilebilecek örneklerdir. Bu açıdan bakıldığında, hukuki ve ahlaki normların karar almada önemli olduğu ve İsrail makamlarını bir noktaya kadar etkilediği görülmektedir.
Bununla beraber, yukarda tartışılan hukuki ve ahlaki kısıtlamalar konusuyla iç içe girmiş olmasına rağmen, ABD baskısının İsrail karar alma sürecinde sadece etkili bir girdi olduğu düşüncesi de doğru olabilir. Bu bakış açısı bizi, İsrail yetkililerinin kriz karşısında ne tür bir hareket tarzı izlenmesi konusunda karar alırken, hem ABD baskısı, hem de Uluslararası Hukuk ile haklı savaş geleneğinin gerekli kıldığı şartlardan etkilendiği sonucuna götürmektedir.
     Bu noktada, İsrail yetkililerinin önalıcı harekât kararı aldığı sırada ABD baskısının kalkmış olmasının şans olmadığını anlayabiliriz. ABD politikasındaki değişime şanstan ziyade İsrail yetkililerinde yaşanan tedirginlik artışı sebep olmuştur. Belki de İsrail yetkililerinin tedirginliklerini artıran faktörler ABD’yi de İsrail üzerindeki ahlaki ve hukuki normlara uyum baskısını azaltma yönünde etkilemiş olabilir.
     Handel’e göre “Devletin güvenliği tehlikeye girdiği takdirde İsrail Savunma Kuvvetleri önleyici taarruz gerçekleştirecektir” ilkesi İsrail Savunma Kuvvetlerinin stratejik askeri doktrininde yer alan önemli unsurlardan biridir. Buna karşın dönemin İsrail hükümeti, savaşın son çare olarak gerekliliği ve hakkaniyeti konusunda ikna olacakları ana kadar İsrail askeri gücünün bu doktrini uygulamasına izin vermemiştir.






     Savaşın Seyri

     1967 Arap-İsrail savaşı 5 Haziran günü sabah erken saatte İsrail uçaklarının Mısır hava üslerine yaptığı ani saldırısıyla başlamış, 10 Haziranda ateşkesin kabulüyle sona ermiştir. Savaşta İsrail’e karşı Mısır önderliğinde bir Arap koalisyonu vardı. Mısır, Suriye ve Ürdün savaşın ana aktörleri iken diğer Arap devletleri de asker ve silah yardımında bulunmuştur(Tablo 1.)








 TARAFLAR
· İsrail


· Mısır
· Suriye
· Ürdün
Destekleyen Ülkeler
· Irak
· Suudi Arabistan
· Sudan
· Tunus
· Fas
· Cezayir
· Libya
 Tablo 1.

     İsraillilerin ana hedefleri, İsrail ordu ve sivil merkezlerine ağır hasar verme kapasitesine sahip olan Mısır'a ait 30 Tu-16 “Badger” orta bombardıman uçağıydı. 5 Haziran'da İsrail saatiyle 07:45'te tüm İsrail'de sirenler çalıştı ve İsrail Hava Kuvvetleri (İHK) Odak (Moked) Operasyonu'nu başlattı. İHK ‘ye ait savaş uçaklarının çoğu bu harekata katıldı.
     Arap ülkeleri arasında en güçlüsü olsa bile Mısır'ın hava savunma sistemleri aşırı derecede zayıftı ve havaalanlarından hiçbirinde henüz bir saldırı karşısında Mısır savaş uçaklarını koruyacak zırhlı hangarlar yoktu.

     Savaş öncesi tarafların sayısal üstünlüklerine bakıldığı zaman ( Tablo 2. ) Arap ülkelerinin askeri gücü göze çarpıyordu.
GÜÇLER
Tablo 2.
· İsrail
264,000 (214,000 yedek kuvvet dahil)
300 savaş uçağı
800 tank
· Mısır : 240,000
· Suriye , Ürdün , Irak : 307,000

957 uçak
2504 tank



     İsrail savaş uçakları Mısır'a yönelmeden önce Akdeniz'e doğru yol aldılar. Bu sırada Mısırlılar, mevcut hava savunma sistemlerini de kapatarak tamamen saldırıya açık hale geldiler, endişelendikleri nokta ise Mısırlı kuvvetlerin, Mareşal Amer ve Korgeneral Sidqi Mahmoud'un al Maza'dan bindikleri, Sina'nın merkezindeki Tamada'ya yol alan uçağı vurmasıydı. Bu olay aslında bu saldırının sonucunu pek etkilememiştir, çünkü İsrail pilotları Mısır radar örtüsünün altında, gayet alçaktan uçmuşlardı, bu irtifa Mısır'ın SA-2 karadan havaya füzelerinin bir uçağı düşürebileceği irtifadan daha düşüktü.
     İsrail’in ilk ve en önemli hamlesi, Mısır Hava Kuvvetleri’ne karşı önleyici hava saldırısıdır. Mısır Hava Kuvvetleri, Arap ülkelerinin hava kuvvetleri arasında açık ara ile liderdi. İlk taarruzda İsrail, Mısır uçaklarının 393’ünü yerde kullanılamaz hale getirmiş, ilk günkü mücadelede Mısır’ın uçak kaybı 416 olmuştur.
     İsrailliler karma bir saldırı stratejisi uyguladılar, bombardıman ve otomatik top atışlarıyla uçakları vururken asfalt parçalayan bombalarla da sağlam kalmış uçakların havalanmasını engelleyerek daha sonraki İsrail dalgaları için kolay hedefler olmalarını sağladılar. Saldırı beklenilenden de başarılı oldu. Mısırlılar tam bir sürprizle karşı karşıya kalmışlardı. Bu saldırıda neredeyse tüm Mısır Hava Kuvvetleri yok olmuş, İsrail Hava Kuvvetleri ise yalnızca görece küçük kayıplar vermiştir. İsrailliler 19 uçak kaybetmişler, bu uçaklar da genellikle mekanik arızalar veya kazalar sonucunda düşmüşlerdir. Bu saldırı İsrail'e savaş sonuna dek hava üstünlüğü sağlamıştır.



KAYIPLAR
· İsrail
800 ölü
2563 yaralı
15 esir
46 uçak kaybı




· Mısır   : 11,500 ölü, 20,000 yaralı
· Ürdün : 700 ölü , 2500 yaralı
· Suriye : 2500 ölü, 5000 yaralı
· Irak     : 10 ölü , 30 yaralı

Toplam: 21,000 ölü, 45,000 yaralı , 6,000 esir  ( tahmini )
Tablo 3.

     Savaştan önce İsrail pilotları ve yer teknisyenleri, sortilerden dönen uçakların hızlı bir biçimde yeniden yüklenmesi için çalışmalar yapmışlar, bir uçakla günde dört sorti yapılmasını mümkün kılmışlardır. Arap hava kuvvetlerinde bu rakam günde bir veya iki sortidir. Bu çalışmalar İHK'nın Mısır'a birçok saldırı dalgası yollamasını mümkün kılmış, Mısır Hava Kuvvetleri'nin üzerinde büyük bir üstünlük sağlamıştır. Ayrıca bu durum, Arap ülkelerinde yaygın bir biçimde İsrail'e ABD ve İngiltere'nin destek verdiği izlenimi doğurmuştur.
     Mısır'ın önemli havaalanlarına yapılan ilk saldırı dalgalarının başarısının ardından İHK, Mısır'ın ikincil havaalanlarına ve Ürdün, Suriye ile Irak hava kuvvetlerine de benzer saldırılarda bulunmuşlardır. Savaş boyunca İsrail Hava Kuvvetleri, tekrar kullanılır hale gelmelerini engellemek için havaalanlarına saldırılarda bulunmayı sürdürmüştür.
     İsrail'in Golan tepelerinde elde ettiği nihai zaferin ertesinde ateşkes imzalandı. Bu antlaşmada İsrail; Doğu Kudüs, Golan Tepeleri, Gazze Şeridi ve Sina Çölü'nü ele geçirdi (Harita 3. ). 68 bin 300 kilometrekarelik bir alanı, Ürdün, Suriye ve Mısır topraklarını işgal eden İsrail sınırlarını altı günde iki buçuk kat genişletmiş oldu. Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen de İsrail bu toprakları elinde tutmaya devam ediyor. Kudüs, hiçbir devlet tanımasa da sonsuza kadar ve bölünmez başkent ilan edildi.


 
Harita 3.


     Savaş sonrasında Sina Yarımadası’ndan Mısır lehine çekilen İsrail ilerleyen dönemlerde diğer toprakları ilhak ettiğini açıklamıştır. Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen İsrail bu toprakları elinde tutmaya devam ediyor.
     İsrail bölgede gücünü ispatlarken bölgedeki günümüz Amerikan hegomanyası da şekillenmeye başladı. Pan-Arabizm çöküşü başladı. Bu savaştan sonra Arap politikası da tamamıyla değişti. Artık İsrail’i yok edemeyeceğini anlayan Arap ülkeleri Pan Arabizmi terk etti. Her ülke İsrail’e kaptırdıkları toprakları geri almanın ayrı ayrı peşine düştü.








Sonuç

    Giriş bölümünde sorduğumuz, “Meşru müdafaa düşüncesi ile ortaya konan önleyici ve önalıcı savaşa, acaba Uluslararası Hukukta yer var mıdır?” sorunun cevabını aramaya çalıştık. Bu amaç doğrultusunda 1967-Altı Gün Savaşları örneği üzerinden “önalıcı savaş” ve “önleyici savaş” olgularının uygulanışını ve Uluslararası düzeyde kabul edilebilirliklerini tarihsel örneğiyle göstermeye çalıştık.
     Altı Gün Savaşları’nda savaşı kışkırtan taraf Arap koalisyonu olmuştu. İsrail savaşa başvurmadan önce diplomatik yolları zorlamıştı. Uluslararası aktörlerin savaşın başlamaması için sarfettikleri tüm çabaya rağmen, Arap ülkeleri ambargo ve Tiran Boğazı’nın kapatılması yönünde ki kararlarından vazgeçmediler. Arap ülkelerinin savaş öncesi bu cesaret ve kararlılıklarının nedeni, o dönemde Vietnam bataklığına saplanmış ABD’nin hegemonyasının zayıf olması diyebiliriz. Bunun yanında Arap ülkeleri silah gücü olarak da güçlü görünen taraf araplardı ve bu güçlerini kullanmak için en uygun zaman olarak bu ortamı uygun görüyorlardı.
     Savaşta güçten ziyade strateji zafer getirir. İsrail diplomatik yollarla savaşı ertelemeyeceğinin farkındaydı. Dört tarafından “düşman” ile sarılı olan İsrail başarılı bir strateji izleyerek, ani bir saldırıyla Arap ülkelerinin en güçlüsü ve tehlikelisi olan Mısır’ın hava gücünü imha ederek başladı savaşa. Savaş süresince de toparlanmalarına fırsat vermeksizin hava saldırılarıyla düşmanını alt etmeyi başardı.    
     İsrail’in kuruluşundan itibaren süregelen Arap-İsrail gerginliği  her savaşta, kazananıyla kaybedeniyle, hiçbir zaman bir çözüm olmamış aksine daima yeni sorunlar meydana getirmiştir. Belki de savaşın bir çözüm yolu olmadığının en bariz ve güzel örneğidir Arap-İsrail savaşları. Son yıllarda çatışmasızlık hakim olsa da sorunların çözümü belirsiz bir tarihe ertelenmiş gibi duruyor. Kim bilir belki insanlık savaştan bıkarsa ve çözüm yolunda emek harcamayı yeğlerse, insanoğlunun tipik bir örneği olan bu iki halk da barışmayı ve çözüm bulmayı deneyebilir.

     



   








                                                   KAYNAKÇA

       Kitaplar:

· Arı, Tayyar, Uluslararası İlişkiler Teorileri, 2’nci Baskı, İstanbul, Alfa Yayınları, 2002.
· Arıboğan, D. Ülke, Globalleşme Senaryosunun Aktörleri, İstanbul, Der Yayınları, 1996
· Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Timaş yayınevi, 2014
· Çağlayan, Selin, İsrail Sözlüğü, İletişim Yayınları, 2004
· Davutoğlu, Ahmet, Stratejik Derinlik, İstanbul, Küre Yayınları, 2004.
· Oran, Baskın, Küreselleşme ve Azınlıklar, Ankara, İmaj Yayınevi, 2001.
· Sander, Oral, Siyasi Tarih, 11.Baskı, Ankara, İmge Kitapevi, 2003.
· Şahin, Türel Yılmaz, Uluslararası Politikada Ortadoğu, Barış Platin Yayınevi, 2015
· Şahin, Türel Yılmaz, Ortadoğu Siyasetinde İsrail, Platin Yayınları, 2005

Makaleler:
· Olgun, Kenan, Türk Basınında 1967 Arap-İsrail Savaşı
· Cural, Ahmet, Bush Doktrini ve Askeri Gücün Önalıcı ve Önleyici Savaş Kapsamında Kullanılması

Online Kaynaklar: