MODERN
ORTADOĞU TARİHİ
Harita 1: İslamiyet’in doğduğu
yıllarda bilinen dünyadaki devletler
İslam dini genellikle yalnızca çorak, az
yerleşimli Arap Yarımadası'ndaki kökenleri itibariyle değerlendirilir. İslamiyet'in
M.S. 610 ve 632 yıllan arasında Hazreti Muhammed'e vahyedildiği yer tabii ki
Arabistan'ın Mekke şehriydi. Ancak Muhammed'in ölümünü takip eden yıllarda
Araplar, yarımadanın dışına çıkarak genişlediler ve İspanya'dan bugünkü
Pakistan'a kadar uzanan fetihlerle bir dünya imparatorluğu kurdular. İlk Arap-İslam
imparatorluklarının büyük şehirleri olan Şam ve Bağdat, Arabistan'da değil,
antikitenin çok zaman önce yerleşime açılmış topraklarında bulunuyorlardı.
Dolayısıyla, İslamiyet'in ve İslam uygarlığının gelişimini anlamak istiyorsak,
önce İslamiyet'in genişleme alanı olan Ortadoğu bölgesinin yüzyıllar içinde
birikmiş zengin bir entelektüel alışveriş, dini deneyim ve idari uygulama
hazinesi olduğunu bilmekte fayda vardır. İslam toplumu bu temeller üzerine inşa
edilmiş ve şekillenmiştir. Ira Lapidus'un yazmış olduğu gibi, "Mekke'de
doğmuş olan İslam uygarlığının kökleri Filistin, Babil ve
Persepolis'teydi".
Antik Yakındoğu uygarlığının gelişmesi,
ilkin M.Ö. 3500 yıllarında aşağı Irak'ta beliren şehir-devletler içerisinde
başlamıştı. Bu bölgedeki yerleşik toplumlar yazılı alfabeyi, yönetim kurumlarını
ve ayrıntılı dinsel ritüelleri geliştirmişlerdi. Takriben M.Ö. 2400 yıllarında,
çeşitli şehirlerin egemen bir monarkın yönetiminde tek bir devlet halinde
birleşmesiyle, bölgesel imparatorluklar şeklinde daha büyük çaplı siyasal
birimler kurulur oldu. Zamanla bunlardan da büyük bölgesel imparatorlukların
kurulması, daha fazla sayıda insanı ortak hukuk sistemleri altında toplayarak
ve onları birbirleriyle paylaşabilecekleri kültürel ve dinsel deneyimlere
açarak, bütünleştirici bir güç işlevini görecekti. Yüzyıllar geçtikçe tarım ve
silah teknolojisinde, ulaşım ve iletişimde, toplumsal ve idari örgütlenmede
kaydedilen ilerlemeler de imparatorluklara gittikçe daha geniş topraklara
egemen olma imkanı tanıdı. Sonra da bu süreç ilk büyük doruk noktasına,
firavunların egemenliğinde ileri düzeyde bir uygarlığın kurulmuş olduğu
Mısır'ın Nil vadisinde ulaştı. Nil'in kıyılarını süsleyen tanrı ve kral
anıtları, antik Mısırlıların dinsel ve hanedan geleneklerine tanıklık ediyordu.
Birleştirici nitelikte buna benzer bir etkiyi de, İran'da kurulu olup,
Mısır'dan Ceyhun nehrine kadar Ortadoğu'nun bütün topraklarını tek bir
imparatorluk sınırlarına dahil eden Acem İmparatorluğu (M.Ö. 551-M.Ö. 331)
sağlayacaktı.
M.Ö. 4. yüzyılda Büyük İskender'in
fetihlerinin peşinden, İran ile Akdeniz arasında uzanan Ortadoğu toprakları,
idari ve yüksek kültür dili olarak Yunanca'nın benimsenmesiyle birlikte başka bir
gelenekle tanışmıştı. İskenderiye ve Antakya'da ileri düzeyde Yunanca öğrenim
kurumları açıldı ve böylece Yunanca, Mısır'dan Anadolu'ya kadar şehirli elit
kesim arasındaki egemen dil haline geldi.
Yeni fikirlerle tekniklerin benimsenmesi
süreci, Roma fetihleriyle ve M.Ö. 1. yüzyılda Mısır, Filistin, Suriye ve
Anadolu'da Roma'nın etkili idari uygulamalarının pekiştirilmesiyle devam etti.
Bununla birlikte, Ortadoğu'nun Akdeniz'deki kısımları Roma İmparatorluğu'nun
eyaletleri şeklinde idare edilmesine rağmen, yüksek kültürleri Latin damgasını
taşımaktan daha ziyade Ellenik kültürün egemenliğindeydi. Roma'nın imparatorluk
başkentinin M.S. 330 yılında Konstantinopolis'e taşınması ve ondan bir yüzyıl
sonra batı Roma'nın yıkılmasıyla da imparatorluğun doğulu kimliği iyice
belirginleşmiş oluyordu. Artık bu kimliği, Roma'nın idari uygulamalarını Ellen
uygarlığı bağlamında muhafaza etme politikası uygulayan Bizans İmparatorluğu
temsil etmekteydi.
Dolayısıyla, henüz oluşma ve gelişme
evresindeki İslamiyet, yalnızca yukarıda ana hatlarıyla anlatılmış olan mevcut
maddi kültürlerle değil, yerleşik dinsel inançlar ve ritüellerle de etkileşime
girdi. İslamiyet'in yükseliş döneminde yerel ve bölgesel kültler, varlıklarını
hala korumakla birlikte, büyük ölçüde egemen Bizans ve Sasani imparatorluklarının
resmi dinlerinin etkisi altında kalmıştı. Başka bir deyişle, imparatorlukların
oluşması sürecinin dinsel açıdan tek biçimliliğe katkıda bulunması son derece
doğaldı. Fethedilen halkların kendi yerel tanrılarıyla tanrıçalarına inanmaktan
vazgeçmeleri ve resmen onaylanmış emperyal dinlere inanmaları bekleniyordu. Bu
suretle imparatorlukların konumlarını pekiştirmeleri, dini birliğe ve tek bir
tanrının üstünlüğüne inanmayı gerektiren tektanrıcılığın ortaya çıkışına önemli
katkıda bulunmuş oldu. Arap-İslam fetihlerinin gerçekleştiği dönemde
Ortadoğu'da yaşayan halkların büyük kısmı, çoktan üç tektanrıcı inançtan birine
bağlı durumdaydılar.
Tektanrıcılığı ilk kez öne sürenler, antik
İsrail'in peygamberleriydi; kaldı ki Museviliğin en kayda değer ve kalıcı
miraslarından birisi budur. M.S. 1. ve 2. yüzyıllarda Romalılar Yahudileri
Filistin'den sürmüş olmalarına rağmen, İslamiyet'in doğuşunun evresinde Yahudi
toplulukları Ortadoğu'da yeniden boy gösterip güçlenmeye başladılar. Bölgede
tektanrıcılığın başka biçimlerine de rastlanıyordu. M.Ö. 7. yüzyılda İranlı
peygamber Zerdüşt, kötülük güçleriyle sürekli mücadele halinde olan üstün bir
Tanrı'nın varlığını savunan bir doktrin geliştirmişti. Zerdüştlük daha sonra İran'da
kurulmuş Sasani İmparatorluğu'nun (M.S. 234-634) hakimlerince canlandırıldı ve
bu imparatorluğun resmi dini olarak benimsendi.
Üçüncü tektanrıcı inanç olan
Hıristiyanlık, Roma çağından sonra hızla yayılmış ve 4. yüzyılın sonlarında
Bizans İmparatorluğu'nun resmi dini olarak kabul edilmişti. Gelgelelim, İsa'nın
doğası üzerine farklı yorumların varlığı bu dine inananları böldü ve hepsi de
kıskançça kendi yorumlarının doğru olduğunu iddia eden ayrı kiliselerin
kurulması sonucunu doğurdu. 4Sl'deki Kalkedon Konseyi'nde kilisenin temel
organı, İsa'nın biri ilahi, diğeri insani olan iki doğası bulunduğuna hükmetti.
Oysa Monofisitler diye bilinen diğer Hıristiyan toplulukları, İsa'nın tek bir
doğası bulunduğuna inanmaktaydılar. Monofisit doktrini, kendi dinsel hiyerarşisine
sahip olup, ritüellerini yerli Mısır Koptik diliyle sürdüren Mısır'daki Koptik
kilisesinde kurumlaşmıştı. Bu arada, Anadolu'daki Ermeni kilisesi de
-Suriye'deki bazı gruplar gibi- Monofisit yoruma bağlıydı. İşte, İslamiyet'in
ortaya çıkış döneminde, yerel ayinleri ve uygulamalarıyla bu bölgesel Monofisit
kiliseleri, imparatorluğun bütün tebasına Hıristiyanlığın Rum Ortodoks yorumunu
zorla kabul ettirme uğraşı içindeki Bizanslıların saldırılarına maruz
kalmışlardı.
İslamiyet, Bizans'ın Rum-Hıristiyan
toprakları ile Iran-Zerdüşt bölgelerini dinsel temelli tek bir evrensel
imparatorluk halinde birleştirmişti. Yeni İslamiyet inancı ile Ortadoğu'nun
yerleşik gelenekleri arasındaki çatışmalar, köklü biçimiyle ve tartışmasız
derecede İslami nitelik taşıyan, ama aynı zamanda daha önceki yüzyıllar boyunca
birikmiş pratikleri de özümsemiş yeni bir uygarlığın kurulmasına kadar
varacaktı.
HAZRETİ MUHAMMED VE
İSLAMİYET’İN TEMELLERİ
Geleceğin İslam Peygamberi Muhammed bin
Abdullah, 570 yılı civarında Mekke'de doğdu. Hayatının ilk yıllarında, daha
sonraki yılların becerikli devlet adamı ve güçlü peygamberini işaret edecek bir
özelliği yoktu. Kureyş aşiretinin bir kolu olan Haşim aşiretine doğmuştu. İki
yaşında öksüz kalan Muhammed, amcası Ebu Talib tarafından büyütüldü.
Gençliğinde kervan ticaretiyle meşgul oldu, ayrıca Şam'a gitmiş olabilirdi.
Yirmili yaşlarında zengin bir dul olan Hatice'yle evlenince maddi durumu
düzeldi. Hatice'nin İslamiyet tarihinde şerefli bir yeri bulunur; Muhammed'in
ardından yeni dini kabul eden ilk kişiydi ve Mekke halkının çoğunluğunun onun
peygamberliğine karşı çıktığı ilk yıllarda kocasına destek olmuştu.
Muhammed dürüst ve güvenilir bir insan
olarak saygı görüyorsa da tüccar, eş ve Hatice'nin dört kızına baba olarak
gayet sıradan bir hayat sürmekteydi. Ancak kırk yaşına yaklaştığında tavırları
birden değişti. Mekke'den kimi zaman günlerce olmak üzere sık sık ayrılıyor,
şehir dışındaki dağlarda tek başına düşünmeye gidiyordu. Bazıları, Muhammed'in
orada Mekke toplumuna musallat olan sorunlara kafa yorduğunu ve bunları
düzeltme yollan aradığını iddia etmişlerdir. Hira Dağı'ndaki bu tek başına
beklediği günlerden birinde, Allah'tan meleği Cebrail aracılığıyla Muhammed'e
bir emir gelerek, kendisine iletilecek ilahi mesajları Mekkelilere iletmesi
söylendi. O gece, Arapların hayatını değiştirecek ve evrensel bir tek tanrılı
dinin ortaya çıkışını doğuracak bir hareket başlamış oldu.
Muhammed'e hayatının geri kalan yirmi iki
yılında indirilen vahiyler, arkadaşları tarafından kaydedildi, ezberlendi ve
daha sonra İslam dininin temelini oluşturan tek bir kitap -Kuran- olarak
toplandı. Kuran, hem form hem de içerik bakımından kutsal bir kitaptır. Sadece
Allah'ın emirlerini içermekle kalmayıp, Allah'ın doğrudan doğruya kelamını
temsil ettiğinden dili kutsaldır ve değiştirilemez. Kuran'ın indirilmesinin
başladığı geceden sonraki yüzyıllar boyunca Müslüman olmayanlar, özellikle İslamiyet'in
kendileri açısından en büyük tehdidi oluşturduğu Hıristiyan ve Yahudi tek tanrıcılar,
Kuran'ın Hz. Muhammed'in değil de, Tanrı'nın sözlerini içerdiği fikrini kabul
etmekte güçlük çekmişlerdir. Burada önemli olan, dini gerçekler konusundaki
iddiaları tartışmak değil, Hz. Muhammed'in deneyiminin derinliği ve bu
deneyimin iletildiği tamamen inandırıcı dil üzerinde durmaktır. Kuran'ın
sureleri, özellikle de Mekke'de indirilenler, daha önceki varlığını aşan ve
kendini seçildiğine inandığı role, yani Tanrı'nın Peygamberliği'ne bağlı bir
kişiyi ortaya çıkarmaktadır.
Muhammed'in peygamberliği iki döneme
ayrılabilir: Mekke dönemi (610-622) ve Medine yılları (622-632). Hayatının bu
iki döneminde Muhammed'in konumundaki değişiklik, vahiylerin üslup ve
içeriğinde yansır. Kuran, sureler dizisi halinde indirilmiş ve surelerin
uzunluğuna göre düzenlenmiş; en uzunu başa, en kısası sona yerleştirilmiştir.
Daha kısa sureler, Muhammed'in inancın teolojik temellerini oluşturmaya
yoğunlaştığı Mekke yıllarına aittir. Mekke döneminin en temel öğesi, uzlaşmasız
bir tektanrıcılıktır. İlk Mekke vahiylerinden biri şöyledir:
De ki: O, Allah birdir, Allah sameddir, O,
doğurmamıştır ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur. ( 112. Sure)
Arapça tek Tanrı'yı ifade eden Allah
sözcüğü, İslamiyet'in olduğu kadar Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın tek
tanrılarını da kapsamaktadır. Bu yüzden, Allah terimini sadece İslami bağlamda
değerlendirmek yanlıştır. Kuran'ın her şeye kadir tanrısı, insan
yaratıklarından ne istiyordu? Mekke'de inen vahiylerde, ibadet ve
davranışlarında belli kalıplara uymaları istenmekteydi. Kullar O'nun iradesine
boyun eğecekler ve yeryüzünün nimetlerinin sağlayıcısı olarak ona minnetlerini
göstereceklerdi. İbadet konularına ek olarak Tanrı, insanların günlük sosyal
alışverişlerinde birbirlerine nasıl davranmaları gerektiği konusunda da emirler
indirmişti. Mekke halkını toplumda kendilerinden daha talihsiz olanlara karşı
dikkatli olmaları ve servet arayışlarında daha ılımlı davranmaları için
uyarıyordu. Muhammed'in devrindeki Mekke'nin uygulamaları karşısında Tanrı'nın
hoşnutsuzluğu şu önemli metinde görülür:
Hayır, siz öksüzü ağırlamazsınız,
siz yoksula doyurmayı öğütlemezsiniz,
siz çok daha miras yersiniz,
siz malı da çok severek yığarsınız.
(89. Sure)
Kuran, yardımsever olmayanları kınar ve
servetlerinin öteki dünyada son yargıç olacak Allah'ın gazabından kendilerini
kurtaracağını sananları uyarır. Kıyamet Günü kavramı, dinin temel öğelerinden
biridir. Vahiyler, Mekke halkını eylemleri, tavırları ve hatta en derin
düşüncelerinin Kıyamet Günü'nde Allah tarafından değerlendireceği konusunda
uyarıyordu. Kuran'ın teolojisi böyle fazla basit ve çok açık seçikti.
İnsanlardan, her şeye kadir bir yargı Tanrısının açıklanan iradesine uymaları
isteniyordu. Onu kabul edenler ve emirlerini yerine getirenler, cennetle
ödüllendirileceklerdi; Tanrı'yı reddedenler ve onun emirlerine itaat
etmeyenler, cehennem ateşinde yanacaklardı.
Muhammed'in vaazları pek az insanı çekmiş
ve misyonu Mekke döneminde epey büyük bir muhalefetle karşılaşmıştı. Ne de olsa
şehrin toplumsal, ekonomik ve dini yapısına bir tehdit oluşturuyordu. Çünkü
Muhammed sadece zengin Kureyşli tüccarların davranışlarını eleştirmekle
kalmayıp, Mekke'yi varlıklı bir hac merkezi yapan dini uygulamaları da
kınamaktaydı. Yıllar geçip de Mekke muhalefeti horgörüden bedensel zarar
tehditlerine dönüşünce, Muhammed ve kendisine inananlar kendilerine daha
konuksever bir yer aradılar. Bir süre sonra Yathrib (daha sonra Medine) şehrine
yerleşmeleri için davet gelince Muhammed bu çağrıyı kabul etti.
Mekke'nin 322 kilometre kuzeyinde olan
Medine, çeşitli aşiretlerinin kan davalarından ziyadesiyle zarar görmüş olan
verimli bir vaha şehriydi. Muhammed oraya arabulucu olarak davet edilmişti ve
Medine temsilcileri, onunla birlikte gelecek Müslümanlara korunacağı sözünü
vermişlerdi. 622 yılında küçük Müslüman toplumu Mekke'den Medine'ye gitti.
Hicret olarak bilinen bu olay İslamiyet'in gelişmesinin dönüm noktasıdır: 622,
Müslüman takviminin ilk yılıdır.
Medine'de yaşadığı on yıl içinde
Muhammed'in konumunda çok önemli değişiklikler oldu. Pek az müridi olan ve hor
görülen bir peygamberden, küçük bir devletin başı ve bütün Arabistan'ın hakim
adamı haline geldi. Bu değişim savaşlar, barış görüşmeleri ve vaazlar sayesinde
gerçekleşirken, başarısı Muhammed'in sadece peygamberliğe değil, siyasal
önderliğe de hakkı olduğunu doğruluyordu. Muhammed Medine'deki otoritesini,
şehrin nüfuzlu kişilerini İslamiyet'i benimseyip kendi liderliğini kabul
ettirerek pekiştirdi. Ondan sonra peygamberliğini ve siyasal otoritesini inkar
etmeyi sürdüren gruplara karşı önlemler almayı başarabildi. Bu gruplar
arasında, Muhammed'in peygamberlik iddiasının meşruluğunu kabul etmeyen pek çok
Yahudi aşireti bulunuyordu. Muhammed sonunda bunları Medine'den kovdu,
mallarına el koyup Müslüman göçmenler arasında dağıttı.
Muhammed Medine'deki konumunu güçlendirirken,
Mekke'yi de genişleyen İslam toplumuna katma planları yapmaktaydı. Stratejisi
Mekke'nin zenginliğinin kaynağı olan kervan ticaretini bozmaktı. Medine'ye
gelişinin birinci yılında Mekke kervanlarına baskın düzenlenmesini emretti. İlk
baskın, geleneklere göre düşmanlıkların durdurulduğu kutsal hac aylarından
birinde yapıldı. Medine Müslümanları içinde eski geleneklere hala saygı
duyanların çoğu bu baskından hoşnut kalmadılar. Ancak o sırada inen bir vahiy,
inanmayanlara karşı savaşa cevaz veriyor ve İslamiyet'i silah kullanarak yayan
bütün Müslümanları, özel nimetleri hak eden insanlar katına çıkarıyordu.
Muhammed'in kervanlarına yönelik
saldırılarına misilleme olarak Mekkeliler de Medine'deki Müslümanlar üzerine
seferler düzenlediler, fakat sayıları daha az olan Müslüman güçler her
seferinde kendilerini iyi savundular, hatta sınırlı zaferler bile kazandılar.
Muhammed bu savaşlardan yaratıcı bir askeri taktisyen olarak çıktı ve
Mekkelileri durdurması komşu aşiretler arasında prestijini yükseltti. Bu
aşiretlerin pek çoğu İslamiyet'in, mesajını tam olarak anladıkları ya da kabul
ettikleri için değil de, Muhammed'le birleşmenin zafer kazandıracağı ve zaferin
de savaş ganimeti demek olduğu düşüncesiyle ona sadakat yemini ettiler.
Peygamber'in güçlerinin sayısının artması ve aşiretlerle etkili ittifaklar
kurması, Mekke ticaretini şehrin refahının ciddi bir tehdide uğradığı noktaya
kadar kısmasını sağlamıştı. Muhammed, 630 yılında 10 bin kişilik bir güçle
Mekke önlerine vardı; bir devlet adamı özellikleri göstererek, şehir sakinlerine
şehri teslim ettikleri ve İslamiyet'i benimsedikleri takdirde canlarının
bağışlanacağı, mal mülklerine el sürülmeyeceği sözünü verdi. Kureyş aşiretinin
reisleri teklifi kabul ettiler ve Peygamber sekiz yıl önce kaçtığı şehre
zaferle girdi. Olayı anlatanlara göre, Muhammed doğruca Kabe'ye gitmiş, putları
parçalamış ve orasını Tanrı için kutsal bir ibadet yeri olarak ilan etmişti.
Mekke yeni hac merkezi olarak kalacak ve Kabe yeni dinin odak noktası olacaktı.
Hicret ile Mekke'nin teslim olması
arasındaki yıllarda Muhammed'in liderlik rolü giderek daha karmaşık bir hal
aldı. Medine, maliyesi, askerleri ve giderek artan sayıda Müslümanlarıyla küçük
bir şehir-devlete dönüşmüştü. Kuran'ın içeriği, şehrin artan işlevlerinin nasıl
karşılanacağı ve insanların birbirleriyle ilişkilerini nasıl düzenlemeleri
gerektiği hakkında talimatlar getirerek değişen durumu yansıtmaktaydı. Bu
emirlerle İslamiyet'in her şeyi kucaklayan doğası kurulmuştu. Örneğin Kuran,
bir borç anlaşmasının şahit önünde yapılmasını dini bir görev addediyordu ve
bunu yerine getirmemek günahtı. Bu yolla evlilik, miras, boşanma ve ticari
ilişkiler, Müslümanların dinsel deneyimlerinin birer parçası olmaktaydı.
Muhammed, insanın günlük davranış kurallarının Allah'ın indirdiği emirlerle
düzenlendiği bir ümmet yaratmıştı.
Mekke'nin teslim olmasından sonra
Arabistan'ı birleşmiş bir devlet olarak görmek abartma olur. Yine de
Muhammed'in yarattığı dönüşüm çok önemliydi. Tek bir üstün tanrıyı tanımakta ve
onun günlük hayatlarındaki otoritesini kabul etmekte birleşen bir inananlar
toplumu anlayışını yerleştirmiş; alkolü ve kan davasını yasaklayan, kadınların
hukuksal statülerini tanıyan ve yoksulların korunmasını öngören bir toplumsal
ahlak kavramı getirmişti. Ayrıca Muhammed bunu peygamber, devlet kurucu ve
sosyal reformcu rolleriyle kişiliğinde birleştirmişti. Günümüzde İslamiyet'in
savaşçı unsurları fazla vurgulanmaktaysa da, şu tür Kuran surelerinin önemini
akıldan çıkarmamız gerekir:
Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara,
yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ
ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. (Nisa Suresi, 36. ayet)
İLK İÇ SAVAŞ ve RAŞİDUN HALİFELİĞİN SONU
Halifeliğin kime kalacağı sorunu, ilk
fetihlerin heyecanı içinde büyük ölçüde göz ardı edilmişti. Halife Osman,
656'da isyancı Araplar tarafından öldürülünce bu sorun yine baş gösterdi.
Sonunda da ancak İslam ümmeti içinde kalıcı bir bölünme doğuracak olan bir iç
savaşla çözüldü. Öldürülen Osman'ın yerine Ali seçildi. Peygamber'den sonra
Ali, İslamiyet'in kurucularının en çok saygı göreniydi. Peygamber'in kuzeni,
kızı Fatma'nın kocası ve İslamiyet'i ilk kabul edenlerin en önde
gelenlerindendi. Hatta ümmet arasında Hz. Muhammed'in Ali'nin kendisinin halefi
olmasını istediğine inananlar az değildi. Halife seçildiğinde Ali, Arap olsun
olmasın, bütün Müslümanlar arasında daha fazla eşitlik isteyen geniş çıkarlar
koalisyonunu ve topluluğun liderliğinin Muhammed'in ailesine geri verilmesini
arzulayanları temsil ediyordu. Ancak Ali'nin halifelikte hak iddia etmesine,
Müslüman Suriye'nin güçlü valisi Muaviye karşı çıkmaktaydı.
Liderlikte hak iddia eden iki rakibin
güçleri, 657'de Siffin savaşında karşı karşıya geldiler. Çarpışmanın sonucu
kesin değildi ve Ali de, Muaviye de savaştan önceki durumlarında kaldılar.
Savaş sonrasında Ali'nin güçlerinin önemli bir kısmı desteğini çekince, Muaviye
kendi kuvvetlerini Suriye ve Mısır'a yayarak Ali'nin halifelikte iddialı
olmasını engelledi. Ali aşağı Irak'ta Arapların garnizon şehirlerinden biri
olan Kufe'de bir başkent kurduysa da, durumu giderek zayıfladı ve 66l'de
öldürüldü. Ali'nin halifeliği kısa ve ihtilaflıydı, ama hiç de önemsiz değildi.
Daha sonra göreceğimiz üzere, İslam ümmeti içinde otoritenin meşruluğunun
geçerliliğini temsil edecek ve önemli bir Müslüman azınlığın doğrudan Peygamber
ailesinden gelen bir cemaat liderini benimseme isteğinin kalıcı sembolü
olacaktı. Gerçekten de, Ali'nin ve ailesinin hatırasına bağlılık ve o sırada
meydana gelen olaylardaki trajedi öylesine büyük bir canlılık ve tutku yarattı
ki, İslam toplumu içinde kalıcı bir bölünmeye yol açtı.
ARAP
İMTİYAZLILICINDAN İSLAMİ EVRENSELCİLİĞE:
EMEVİ VE
ABBASİ İMPARATORLUKLARI
Harita 2: 11. Yy’a kadar İslam
Devletleri
Ali'nin ölümü İslam
toplumunun gelişmesinin birinci aşamasının sonuna, imparatorluğun yeni bir
yayılmacılık ve pekiştirilme dönemine girmesininse başlangıcına işaret
ediyordu. İmparatorluk boyunca Muaviye halife olarak tanındı ve Emevi
hanedanının (661750) kurucusu oldu. Muaviye, başlıca düşüncesi İslamiyet'in
yayılması, devlet kaynaklarının idaresi ve hanedanının sağlamlaştırılması olan
pragmatik bir hükümdardı. Halifeliği sırasında imparatorluğun siyasal merkezi,
küçük kervan şehri Mekke'den, bütün Bizans çağrışımlarıyla eski antik şehir
Şam'a taşındı. Muaviye, yönetimde Bizanslıların bazı usullerini benimsedi ve
eski Bizans bürokratlarıyla zanaatkarlarını yanına alarak, Arap
imparatorluğunun Bizans'ın halefi bir devlet durumuna dönüşmesi sürecini
başlattı, böylece halifeliği bir monarşinin unsurlarıyla birleştirmiş
oldu.
Muaviye'nin halefleri fetihlerle maddi
zenginliği Şam'a getirmeye devam ettilerse de, Emevi İmparatorluğu iç
kavgalarla sarsılmaktaydı. Karışıklıkların bir sebebi, Emevi yönetici
seçkinlerinin benimsediği Arap imtiyazlılığı politikasıydı. Emeviler
kendilerini Arap kökenli olarak görüyorlardı ve imparatorluğun mali ve sosyal
işlerini Arapları kayırarak, sayılan giderek artan Arap olmayan Müslümanlara
karşı ayrımcılık yapacak şekilde yönetmekteydiler. Bunun yarattığı
huzursuzlukla 750 yılında patlak veren bir isyan, Emevi hanedanını yıktı ve
onların yerini yeni bir hanedan olan Abbasiler aldı.
Abbasiler halifelik makamını 750'den
1258'e kadar ellerinde tuttular. Abbasiler döneminde kahramanca fetih çağı,
yerini idari kurumların, ticari girişimlerin ve bir hukuk sisteminin
gelişmesine bıraktı. Bürokrat, şehirli tüccar ve alim yargıç, toplumun gözde
unsurları olarak Arap savaşçısının yerine geçti. Yüzyılların kültürel ve dini
geleneklerinin karışımı olan coğrafi merkezde fetihlerin pekiştirilmesi,
Ortadoğu'nun mevcut kültür ve dinleri ile Arabistan'dan gelen dinamik enerjiyle
karmaşık bir etkileşimle sonuçlandı. Doğan yeni ve capcanlı İslami uygarlık,
Abbasi İmparatorluğu'nun başarılı halifelik döneminde (750-945) ilk ama son
olmayacak ifadesini buldu.
El Mansur (754-775), Harun el-Reşid
(786-809) ve El-Meymun (813-833) gibi halifelerin temsil ettikleri Abbasi
İmparatorluğu'nun ilk 150 yılı, nispeten siyasal istikrar, büyük ekonomik refah
ve merkezi İslam topraklarında giderek artan bir evrensellik dönemiydi. Bu
koşullar, zengin ve çok çeşitli bir uygarlığın gelişme imkanını yarattı.
Abbasiler, Emeviler döneminde huzursuzluk yaratan Arap imtiyazlılığı
politikasını terk ettiler. Onun yerine, etnik kökenleri ne olursa olsun bütün
Müslümanların eşitliğini kabul eden evrenselci bir politika benimsediler. Bu
tutum şehir hayatının canlanması ve ticari faaliyetlerin genişlemesiyle
birleşince, fethedilen ülke halklarından Müslüman olanlar, devletin ekonomik ve
siyasal hayatına tam olarak katılarak giderek büyüyen bir kozmopolitlik
doğurdular.
Abbasilerin evrenselciliği, imparatorluk
başkentinin, Arap çoğunluğa sahip olan Şam'dan, halife El-Mansur'un Dicle'nin
batı kıyısında yeni inşa ettiği Bağdat'a taşınmasıyla da simgeleşmiş oldu. Bu
değişiklik İslamiyet'i, siyaset merkezini mutlak monarşide ve bürokraside uzman
olan İran imparatorluk gelenekleriyle daha doğrudan ilişkiye sokarak, Arap ve
Bizans deneyimlerinin İslami devlet üzerindeki etkisini arttırdı. Abbasi
yönetimi, Sasani hükümetini model almaktaydı ve giderek genişleyen bürokratik
yapısında, daha fazla Müslümanlığı seçmiş İranlı görevlendirmeye başlamıştı.
Sasani uygulamalarının halifelik makamında da bir etkisi oldu. Raşidun dönemi
halifeleri eşitler arasında birinciydiler ve Hz. Muhammed'in sergilediği örneğe
uygun, alçakgönüllü bir yaşantıları vardı. Bu basitliğin vurgulanması, daha
sonra halktan uzaklaşan ve Şam'daki hazineye akan zenginliklerden yararlanan,
danışmanlıklarını azaltıp otoriterliklerini arttıran Emeviler döneminde
değişti. lran'ın mutlak 'kralların kralı' fikrine daha açık olan Abbasi hükümdarları,
halifeliği seleflerinden çok daha ileri götürerek mutlakiyetçi monarşiye
taşıdılar. Abbasi halifeleri lüks saraylarda yaşarlar, en yakın saray erkanı ve
danışmanları dışında halktan uzak dururlardı. Kendilerini sadece Hz.
Peygamber'in halefleri değil, 'Allah'ın yeryüzündeki gölgesi' sayarlardı;
tebaları üzerinde uyguladıkları muazzam gücü böyle meşrulaştırıyorlardı.
Sonuçta, Abbasilerin siyasal otorite sorununa çözümleri, yönetimi
merkezileştirmek ve İslam ümmetinin hem ruhani başı hem de laik kralı güçlerini
elinde tutan mutlak bir hükümdarın eline teslim etmek oldu. 750 devriminden
sonra bu Abbasi formülü iki yüzyıla yakın bir süre boyunca gayet iyi işledi ve
imparatorluğa daha önce görülmemiş bir refah, göz kamaştırıcı entelektüel
başarı ve halifelik mutlakiyetçiliğinden yararlananların geniş kabulüne dayanan
bir siyasal istikrar getirdi.
Ancak hiçbir hükümdar, Fas'tan Hindistan'a
kadar uzanan bir imparatorluğu mutlak anlamda denetimi altında tutamazdı. 8.
yüzyıl sonralarında Kuzey Afrika, Bağdat otoritesinden sıyrılarak özerk İslam
devletlerinden meydana gelen bir bölgeye dönüştü. 9. yüzyılda İran'ın çeşitli
yerlerinde bağımsız ve çoğunlukla kısa ömürlü hanedanlar doğup battı. Ancak
yeni güç merkezlerinin ortaya çıkmasına rağmen Abbasi halifeleri, 10. yüzyıla
kadar Ortadoğu'nun hakim hükümdarları olarak kaldılar ve Bağdat'taki
imparatorluk sarayı, İslamiyet'in yerleştiği geniş topraklardaki taşra
başkentleriyle hanedanlara model oluşturdu.
TARİH
SAHNESİNDE YÜKSELEN GÜÇ: OSMANLI İMPARATORLUĞU
Müstakbel Osmanlı İmparatorluğu, 13.
yüzyıl Moğol istilalarının ardından kurulan küçük Anadolu beyliklerinden
biridir. Bu Türk beylikleri İslam savaşçı devletleri olup, Hıristiyan Bizans'la
süregelen askeri çatışmaları dini sebeplerden olduğu kadar maddi kazanç elde
etme arzusundan kaynaklanmaktaydı. İslami toprakları genişletme amacıyla
Müslüman olmayanlara karşı yürütülen savaş olan gaza geleneği, Müslüman sınır
savaşçıları olan gaziler arasında itici güçtü ve gazilik ruhu Osmanlı
İmparatorluğu'nun ortaya çıkmasında kesin bir rol oynamıştır. 15. yüzyılda bir
Osmanlı şairi, gaziyi şöyle tanımlamıştır: "Tanrı'nın dininin aracı,
Tanrı'nın yeryüzünü çok tanrılılık pisliğinden temizleyen hizmetkarı; gazi, Tanrı'nın
kılıcıdır, müminlerin koruyucusu ve sığınağıdır. Tanrı'nın yolunda şehit olursa
öldüğüne inanmaz."
Sınır savaşçıları arasında gazi özellikleri motive eden bir unsursa da, bu tek
unsur değildi. Savaş ganimetini ve geçici gücü elde etmek, aşiretleri de
reislerini de harekete geçirmekteydi. Aşiret liderleri Bizans sınır
karakollarına olduğu kadar rakip bir Müslüman gücüne de saldırmaya hazırdılar.
Gazi güçleri çoğunlukla aşiret üyeleriyse
de, Türk beyliklerinin yöneticileri, yerleşmiş İslam imparatorluklarının saray
hayatını taklide çalışırlardı. Topraklarında şeriatın uygulanmasını sağlamak
için kadılar atayarak ve İslami bilgi kurumları kurarak İslam şehri uygarlığı
tarzını benimsemişlerdi. Gazilerin başıboş sınır savaşları ile liderlerinin
yüksek İslam geleneklerini uygulamayı benimsemelerinin bir araya gelmesi,
Osmanlı İmparatorluğu'nu şekillendiren bir başka unsurdu.
Osmanlı devletinin erken tarihi konusunda
pek çok nokta karanlıkta kalmış olmakla birlikte, başlangıcı genellikle küçük
gazi beyliklerinden birinin Türk reisi olan Osman'ın başarılarına kadar geri
götürülebilmektedir. 1300'lü yılların başında Osman'ın gazi savaşçıları Bizans
kuvvetlerine karşı bir dizi askeri başarı elde ettiler. Bu zaferler Osman
Bey'in ününü arttırdı ve diğer aşiretlerle beyleri topraklarına çekti. Osman
Bey'in emrindeki giderek artan askeri güç, onu ve oğlu Orhan'ı kuzeybatı
Anadolu'daki topraklarını genişletmeye yöneltti. Orhan Bey 1326'da Bursa
şehrini Bizanslılardan alarak, yeni devletinin başkenti yaptı. Dahası, kendi
sikkesini kestirerek bağımsızlığını ilan etti ve bir medrese kurup, kendisini
'gazinin oğlu gazi' olarak tanımlayan bir yazıtı bulunan bir cami inşa
ettirerek, fetihlerinin ardındaki İslami itici gücü doğruladı. Orhan'ın gazi
beyliği, bir sınır topluluğundan yerleşik bir devlete geçişi yaparken, halkı da
aile adı olan Osmanlılar olarak anılmaya başlandı. Bir tek hanedana bağlı olma
duygusunun yarattığı dayanışma ve sadakat duyguları giderek aşiret
bağlılıklarının yerini alacaktı.
14. yüzyıl ortalarına gelindiğinde
Osmanlılar Marmara denizi kıyılarına varmışlardı; suyun karşı tarafında İslam
hükümdarlarının erişemedikleri Hıristiyan Avrupa uzanıyordu. Ama bu topraklar
Osmanlıların erişemeyecekleri yerler değildi. Bundan sonraki iki yüzyıl içinde
güneydoğu Avrupa'nın tamamı doğrudan Osmanlı kontrolüne geçti. Osmanlıların 14.
yüzyıldan 16. yüzyıla kadarki fetihleri, 700 yıl önceki Arap fetihlerinden daha
az önemli değildi. Osmanlılar İslam nüfuz alanına yeni Avrupa topraklan
katmakla kalmamışlar, İslamiyet'in doğduğu Arap topraklarını da hakimiyetleri
altına almışlardı.
Osmanlı devletinin bir dünya devletine
dönüşmesi üç başarılı askeri seferle açıklanabilir. Birincisi, yüzyıllardır
Müslüman komutanların elde edemedikleri Konstantinopolis'in fethiydi. Sultan 2.
Mehmed'in (sonradan Fatih olarak anılacaktır) ordusu, uzun bir kuşatmanın
ardından 29 Mayıs l 453'te Bizans başkentine girerek, Konstantinopolis'in doğu
Hıristiyanlığının sembolik merkezi olarak rolünü sona erdirdi. Bundan sonra adı
İstanbul olan şehir, Osmanlı devletinin başkenti oldu, Fatih'in yeniden imar ve
yeniden iskan programlarıyla eski görkemine kavuştu. Osmanlı topraklarındaki
halk İstanbul'a yerleşmeye teşvik edildi, hatta bazen zorlandı ve Fatih Sultan
Mehmed'in hükümdarlığının sona erdiği 148l'de şehir, yine nüfusu 100 bini geçen
kozmopolit bir metropol haline gelmiş durumdaydı.
İstanbul, Osmanlı yüzyıllarında gelişmeye
devam etti ve 16. yüzyılın sonunda 700 bini aşan nüfusuyla Avrupa'nın en büyük
şehri oldu; aynı zamanda, mimari açıdan soluk kesen şehirlerden biriydi. 2.
Mehmed ve halefleri İstanbul'u anıtsal dini yapılar ve saraylarla dolduran çok
büyük inşaat programları yürüttüler ve çağın birinci İslam imparatorluğunun
başkentine layık bir görünüme kavuşturdular. Saray mimarı Sinan, 16. yüzyılda
geniş kubbeleri, ince minareleri ve geometrik külliyeleriyle klasik Osmanlı
stilini mükemmeliyete eriştirdi. İstanbul, Osmanlı servet ve gücünü sembolize
eden görsel bir anıtsallığa kavuştu.
İstanbul'un fethi Osmanlılara Karadeniz ve
doğu Akdeniz'i hakimiyetleri altında tutabilecekleri eşsiz bir stratejik üs
sağlamıştı. Ancak bu konumlarından tam olarak yararlanmak için bir donanmaya
ihtiyaçları vardı; donanma olmadan İtalyan şehir-devletlerinden kurtulamazlar,
özellikle de Venedik'ten deniz ticaretinin kontrolünü alamazlardı. Bunun
üzerine Fatih Sultan Mehmed İstanbul'da tersaneler kurdu; hakimiyeti altındaki
kıyı bölgelerinden usta marangozları, tüccarları ve denizcileri topladı ve
sonunda Venedik'i doğu Akdeniz'den süren, Osmanlıları Adriyatik'ten Karadeniz'e
kadar üstün deniz gücü yapan bir donanma kurdu. Bu donanma Osmanlıların doğuda
Rodos (1522) ve Kıbrıs'tan (1570), ortada Girit olmak üzere stratejik Akdeniz
adalarını fethetmelerine ve kontrollerini Cezayir (1529) ve Tunus (1574) olmak
üzere Kuzey Afrika'ya kadar genişletmelerine imkan tanıdı.
Başarılı bir donanmanın yaratılmasının
yanı sıra Osmanlı kara ordusu da, yapılan düzenlemelerle 16. ve 17. yüzyılların
en büyük askeri gücü haline gelmişti. Osmanlı askeri gücünün temelinde, barutlu
silahların geliştirilmesi ve yaygın bir şekilde kullanılması yatıyordu. Fatih
daha 1453'te Konstantinopolis'in surlarında gedik açmak için devasa kuşatma
topları kullanmıştı. Onun ardından gelen yıllarda Osmanlılar, özel
ihtiyaçlarına uygun top teknolojisi uyarlamışlar, özellikle de uzak savaş
alanlarına arabalar üzerinde nakledilebilen hafif sahra toplan
geliştirmişlerdi. Bu silahlar piyadeleri hala çoğunlukla mızraklarla savaşan
Avrupa'nın feodal ordularına karşı yıkıcı bir etkiyle kullanılmaktaydı.
Osmanlılar buna ek olarak, kendi piyadeleri olan Yeniçerileri ateşli silahlarla
öylesine donatmışlardı ki, 16. yüzyılda orduları dünyanın diğer bütün
ordularından daha çok silaha sahip olacaktı. Bu teknik üstünlükler Osmanlıların
hem Avrupa hem de Ortadoğu ordularını defalarca yenmelerini sağladı. Ancak
Osmanlı askeri başarısının tek sebebi, üstün silah teknolojisi ve savaş eğitimi
değildi. Son zamanlarda yapılan araştırmalara göre, Osmanlı ordusunun genel
durumu düşmanlarınkilere kıyasla gayet ileriydi. Osmanlı askerleri zamanın
diğer ordularından daha iyi ve daha sık besleniyorlardı ki, bu da Osmanlı
askeri profesyonelliğinin derinliğinin bir başka örneğiydi.
Osmanlılar çabalarını Hıristiyan Avrupa'da
yayılmaya odaklamışlarsa da, İran'ın Safevi İmparatorluğu'nun ilerlemesini
durdurmak için ordularını düzenli olarak doğuya da göndermekteydiler. Bu
seferler Osmanlı dünya devletinin büyümesinin ikinci örneğidir. Sultan 1. Selim
1516'da Osmanlı ordusunu doğuya yönelttiğinde, amacının Safevi başkenti
Tebriz'i almak olduğu sanılıyordu. Ancak o, merkezi Mısır'da olan ama Suriye
ile güney Anadolu'nun bazı bölgelerini de kontrolü altında tutan Memluk
İmparatorluğu'nun oluşturduğu tehdidi ortadan kaldırmaya karar verdi. Osmanlı
ordusu Memlukleri Suriye' den kolayca çıkardı ve 1. Selim, 1517 yılı başlarında
ordularını Sina Yarımadası'ndan geçirerek Kahire'yi ele geçirdi. Bu ani hareket
Osmanlıların Arap İslamının klasik merkezlerinin çoğunu almasını getirip, Arap
ve Osmanlı İslami geleneklerinin birleşmesi sonucunu doğurdu.
Osmanlıların Arap topraklarını fethetmesi,
padişahları evrensel İslam toplumu içinde en üstün hükümdar durumuna
yükseltmişti. Osmanlı sultanları Mekke ve Medine kutsal şehirlerinin koruyucusu
olarak kabul edilince, yıllık haccın güvenliğini sağlama görevini de üstlenmiş
oldular. Bu yükümlülüğü yerine getirmek ve aynı zamanda Portekiz'in denizdeki
ticaret imparatorluğunu sınırlamak amacıyla Sultan Selim, bir Kızıldeniz
donanması kurulmasını emretti. Osmanlılar Hint Okyanusu'nda Portekizlilerle
rekabet edemiyorlardı, ama Mısır'a hakim olmaları, Kızıldeniz'de
hegemonyalarını kurup Yemen'i imparatorluğa katmalarını sağladı. Mısır'ın
işgali, getirdiği ticari ve stratejik yararların yanı sıra, Osmanlı
hükümdarlarına halife unvanım da getirmişti. İnanıldığına göre, Moğolların
1258'de Bağdat'ı ele geçirmeleri sırasında Abbasi hanedanından biri kaçıp
Kahire'ye gitmiş, burada kendisi ve soyundan gelenler Memlukler tarafından
korunmuşlar ve meşru halife olarak kabul edilmişlerdi. Osmanlıların Mısır'ı
fethetmelerinden sonra halife İstanbul'a götürüldü ve yine söylentilere göre,
unvanım Selim'e ve Osmanlı hanedanındaki haleflerine devretti. Osmanlı
sultanları bu epey kuşkulu halifelik hakkını pek kullanmadılar, ancak 19.
yüzyılda Avrupa emperyalizmine karşı koyma çabalarında evrensel Müslüman
desteği elde etmek için bu unvan nakli efsanesini yeniden canlandırdılar.
Başarılı Osmanlı yayılmasının üçüncü
örneği, Osmanlı hükümdarlarının en kudretlisi olan Kanuni Sultan Süleyman'ın
(1520-1566) Avrupa'ya düzenlediği seferlerdir. Kanuni, doğu cephesinde ve
denizde önemli askeri zaferler kazanmışsa da, Osmanlı sınırlarım Avrupa'nın
içlerine kadar taşımak isteyen gazi ruhuna sahipti. Kanuni 1520'de önemli bir
kale şehri olan Belgrad'ı ele geçirdi ve Belgrad bundan sonraki Osmanlı
seferlerinin başlıca hareket merkezi oldu. 1520'lerde Budapeşte ve
Macaristan'ın büyük kısmı Osmanlı hakimiyetine geçti. Kanuni 1529'da bir
Osmanlı ordusuna Tuna'yı geçirtip Hapsburg imparatorluk başkenti ve orta
Avrupa'mn kapısı olan Viyana'yı kuşatarak Hıristiyan alemini dehşete düşürdü.
Viyana'nın etekleri yakılıp yıkıldıysa ve şehir surlarında gedikler açıldıysa
da, şehir kış yaklaşıp da Osmanlı ordusu İstanbul'a geri dönmeye başlayana
kadar direndi. Daha sonraki yıllarda Kanuni'nin Avrupa seferleri Osmanlıların
Macaristan ve Sırbistan'da hakimiyetlerini pekiştirirken, padişah Viyana'yı
ikinci bir kez kuşatamadı. Orta Avrupa, Osmanlı yayılmacılığının dışında kaldı.
Ancak o sınırların içinde kalan bölge -Tuna'dan Yemen'e, Arnavutluk'tan Karadenizin
kuzey kıyılarına ve Cezayir'den Bağdat'a kadar- o kadar büyüktü ki, Kanuni'nin
1566'da ölümünde Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa'nın, Akdeniz'in, Ortadoğu'nun ve
Basra Körfezinin ep büyük devleti konumundaydı. 16. yüzyılın sadece önde gelen
İslam devleti değil, çok büyük etkinliğe ve muazzam toprağa sahip bir dünya
imparatorluğuydu.
Harita
3: Osmanlı İmparatorluğu
I.DÜNYA SAVAŞI ve
OSMANLI DÜZENİNİN SONU
Avusturya Arşidükü Ferdinand'ın 28 Haziran
1914'te Saraybosna'da öldürülmesi Avusturya'nın Sırbistan'ı işgal etmesine yol
açtı. Avusturya işgali Avrupa ittifak sistemini harekete geçirince, Ağustos ayı
geldiğinde kıtanın tamamı savaşa girmiş oldu. Üçlü İttifak (İngiltere, Fransa
ve Rusya) İtilaf Devletleri olan Almanya ve Avusturya-Macaristan'la karşı
karşıya geldiler. Avrupa savaşa hazırlanırken Osmanlı kabinesi alınacak tutum
konusunda bölünmüştü. İttihat ve Terakki liderlerinin çoğunluğu tarafsızlığı
savunurken, hükumet içindeki bazıları Avrupa savaşını Osmanlıların geleneksel
düşmanı Rusya'yı vurmak adına bir fırsat olarak görüyorlardı. Sonunda
imparatorluğun İtilaf Devletleri'ne katılma kararını, İttihat ve Terakki'nin
içindeki küçük bir grubun lideri olan Alman dostu Enver Paşa verdi. 2 Ağustos
l9l4'te Enver Paşa Rusya'ya karşı gizli bir Osmanlı-Almanya ittifakı kurdu;
Osmanlı donanması 29 Ekim'de Karadeniz'deki Rus limanlarını bombardımana
tutunca ittifak harekete geçti. Osmanlı İmparatorluğu, pek çok savaşının
sonuncusu olacak savaşa girmişti.
Osmanlı İmparatorluğu savaşta yenilmiş ve
barış anlaşmalarıyla parçalanmışsa da, topyekun savaşı dört yıl sürdürmesi,
sivil ve asker nüfusun Osmanlı düzenini savunmaktaki inatlarının kanıtıydı. 1
milyondan fazla Osmanlı askeri seferberliğe katılmıştı ve Osmanlı orduları
çeşitli cephelerde önemli zaferler elde etmişlerdi. İttihat ve Terakki
hükümetinin programlan, ülke içinde sadece hızlı dönüştürücü etki yaratmakla
kalmayıp, Türkiye cumhuriyetinin gelecekteki gelişmesinde de uzun vadeli etkiler
doğurmuştur. İTP'nin imparatorluğun yabancılar ve yerel dini azınlıklara
ekonomik bağımlılığını kırma girişimleri, bu değişikliklerin önemli bir
örneğidir. İmparatorluğun ticareti ve yatırımlan, çoğunlukla hükümetleri
Osmanlılarla savaşta olan İttifak (Antant) devletleri şirketlerinin elinde
olduğundan, savaş zamanına özgü ekonomi politikalar uygulanması da mutlak bir
gereklilikti. Bu yüzden İTP, l914'te kapitülasyonları iptal etti, koruyucu
gümrük tarifeleri getirdi ve yabancı şirketleri Osmanlı adli sistemine sokacak
ve Osmanlı vergi mükellefleri yapacak önlemler aldı. İttihat ve Terakki'nin
devlet ihalelerini Türk Müslüman girişimcilerine verme politikasıyla, bu
ekonomik bağımsızlık iddiasında bir adım daha atıldı. Bu kişilerden bazılarının
savaşta ticaret ve nakliye alanlarında büyük paralar kazanmaları bir Türk
Müslüman burjuvazisi yaratmadıysa da, Müslüman tüccarlar adına uygun yatırım
fırsatları sağlanarak Avrupalıların ve onların yerel Hıristiyan ortaklarının
avantajlarına bir kısıtlama getirilmiş oldu.
Savaş Osmanlı toplumsal düzeninin
dönüşümünü de hızlandırdı. Çok sayıda erkeğin askere alınması yüzünden kadınlar
devlet memurluklarına ve belli başlı mesleklere girmeye başladılar. İttihat
Terakki, 1917’de yeni bir aile yasası çıkartarak değişen koşullan tanımış oldu.
Yasaya göre şeriat mahkemeleri adalet nezaretine bağlanıyor ve böylece laik bir
devlet kurumu, din kurumunun elinde kalan son yetki alanları olan aile hukukunu
ve kişisel statüyü kontrolü altına alıyordu. Dini otoriteden laik otoriteye
geçiş, yeni yasanın kadınlara boşanma davası açma hakkının tanınması ve çokevlilik
uygulamasının sınırlarının daraltmasıyla vurgulanmaktaydı.
Savaş, Osmanlı İmparatorluğu'nun bölünmesi
ve Arap eyaletlerinin İngiltere ve Fransa tarafından işgal edilmesiyle son buldu.
Ancak Osmanlı yenilgisinin ardından Anadolu'da bağımsız bir Türkiye cumhuriyeti
kurulmuştu. Yeni cumhuriyet ayakta kalmasını eğitimli asker, subay ve bürokrat
sayısını arttırmakla kalmayıp, halkın toplumsal değişime ve böylece l920'lerin
geniş reformlarına hazırlıklı olduğu atmosferi doğuran Osmanlı döneminin savaş
çabalarına borçluydu.
Harita
4: 1914’te Osmanlı İmparatorluğu
Şerif
Hüseyin ibn Ali ve Arap isyanı
Osmanlıların savaşa girmesinin İngiltere
çevrelerinde yarattığı kaygıların başında lslami dayanışma sorunu gelmekteydi.
Halife-Sultan'ın İttifak devletlerine cihat ilanı, İngiltere'nin Hindistan
yolunda olduğu kadar Hindistan içinde de huzursuzluk yaratabilirdi. İngiliz
makamları İttifak devletleriyle işbirliği yapacak ve böylece Osmanlı
halife-sultanının prestijini sarsacak önemli bir Müslüman aradılar. Sonra da
aradıkları kişinin Mekke emiri Şerif Hüseyin ibn Ali olabileceğini düşündüler.
1. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu tarihinin büyük bir kısmı İngiltere'nin Şerif
Hüseyin'e vaatlerinin yorumu üzerinde döndüğünden, bu tekliflerin gelişmesini,
hangi bağlamda yapıldıklarını ve bunlardan doğan hareketleri anlamak önemlidir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda en prestijli
Arap-İslam makamı, Mekke emirliğiydi. Emir, kutsal Mekke ve Medine şehirlerinin
koruyucusuydu. Aslında bölgenin idari işleri ve askeri güvenliği Hicaz'ın
Osmanlı valisi tarafından sağlanmaktaysa da, Mekke emirinin iki kutsal şehri
koruma ve haccın güvenli bir şekilde yapılmasını sağlama sorumluluğu kendisine
garip bir özerklik vermekteydi. Ayrıca Mekke emiri, Hz. Peygamber soyundan
geldiğini iddia eden ailelerden seçilir ve şerif unvanını taşırdı. Hüseyin ibn
Ali (1855-1931) Haşimi ailesinden geliyordu ve emirliğe 1908'de il. Abdülhamid
tarafından seçilmişti. İttihat ve Terakki'ye siyasal ve dini sebeplerle
güvenmeyen Hüseyin, makamında ilk yıllarını kendisine İstanbul'a karşı daha
fazla özerklik kazandıracak aşiret ittifakları ağı kurarak geçirdi. Tam bir 18.
yüzyıl derebeyi gibi, Mekke emirliğinin ailesi içinde babadan oğula geçmesini
sağlayacak yeterli güç elde etmeyi umuyordu. 1. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla
bu geleneksel -ve sınırlı- hedefler aniden uluslararası diplomasi sahnesine
fırladı.
Hüseyin'in kendisinden kuşkulandığı kadar
kendisi de Hüseyin'den kuşkulanan İttihatçı hükümet, onu cihada destek vermeye
ve aşiretlerden topladığı vergilerle Osmanlı savaş çabasına katkıda bulunmaya
ikna etmeye çalıştı. Şerif bir süre oyalama taktiğine başvurdu. Kişisel
emellerini Osmanlılığı desteklemekle mi, yoksa başka seçenekleri kovalayarak mı
karşılayabileceğine henüz karar verememişti. Hüseyin 1915 Temmuz ayında
Mısır'daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Henry McMahon'a bir mektup göndererek,
İngiltere'yle ittifaka girip kendi Osmanlı hükümetine başkaldırma koşullarını
bildirdi. Böylece ünlü Hüseyin-McMahon yazışması (Temmuz 1915Mart 1916)
başlamış oldu ki, İngiltere'nin bağımsız bir Arap devletini desteklemeye söz
verip sonra da sözünden caydığı büyük tartışmasının temelinde bu on mektup
yatmaktadır.
İngiltere, Hüseyin kadar önemli bir
Müslüman müttefik bulma fırsatının yanı sıra, Osmanlılara karşı bir Arap
ayaklanması fikrini kabul edebilirdi; bunun üzerine McMahon'a, Hüseyin'in
girişimini sürdürme talimatı verildi. Yazışmalarda en çekişmeli konu,
sınırlardı. Bütün Arap halkını temsil ettiğini iddia eden Hüseyin, Osmanlılara
karşı silahlı ayaklanma karşılığında İngiltere'nin Arabistan Yarımadası, Büyük
Suriye (Lübnan ve Filistin dahil) ve Irak vilayetlerini -yani, Mısır'ın
doğusundaki Arapça konuşulan dünyayı- kapsayan bağımsız bir Arap devletinin
tanınmasını istiyordu. İngiltere ise, kendi gelecekteki çıkarlarının yanı sıra
müttefiki Fransa'nın çıkarlarını da korumanın peşindeydi. Hüseyin'e Şam, Humus,
Hama ve Halep çizgisinin batısında kalan bölgenin halkının tamamen Arap
olmaması yüzünden, önerilen Arap devletine giremeyeceği bildirildi. McMahon'ın
Hüseyin'e Suriye kıyılarını vermemesinin gerçek sebebiyse, bu bölgeyi
Fransa'nın istemesiydi.
Yazışmalar boyunca Hüseyin bu önerileri
reddederken, McMahon da ısrarından vazgeçmeyecekti. Sonunda konunun savaştan
sonra görüşülmesine karar verildi. Ancak Hüseyin, Suriye kıyılarındaki hak
iddiasından asla vazgeçmeyeceğini açıkça belirtmişti. McMahon, Hüseyin'in Irak'ın
Bağdat ve Basra vilayetlerine dair tekliflerinde İngilizlerin varlığına
ayrıcalık sağlamaya çalıştı. Hüseyin bu toprakların Arap mirasının ayrılmaz
parçalan olduğunda ısrar ettiyse de, savaştan sonra istikrarlı bir yönetim
kurulana kadar İngilizlerin geçici
işgaline razı oldu. McMahon da, Suriye konusunda gelecekte yapılacak görüşmeler
ve Irak'ın bazı bölgelerinde İngiliz varlığını kabule bağlı olarak Hüseyin'in
toprak taleplerini kabul edip, "Büyük Britanya, Mekke Şerifi'nin önerdiği
sınırlar içinde kalan bölgedeki bütün Arapların bağımsızlığını tanımaya ve
korumaya hazırdır,"
sözünü verdi.
İngiltere, savaştan sonra bağımsız bir
Arap devletini tanımayı kabul etmenin yanı sıra, Hüseyin'e Osmanlılara karşı
ayaklanması için malzeme, silah ve para verecek ve ilan edildiği takdirde bir
Arap halifesini tanıyacaktı. Buna karşılık Hüseyin, devlete karşı topyekun
silahlı ayaklanma başlatacak ve Osmanlı rejimini İslamiyet'in düşmanı olarak
niteleyecekti. Her iki taraf da emellerine kavuşmuş görünüyorlardı. Hüseyin'in
emelleri bir Büyük Devlet garantisiyle desteklenmişti, İngiltere de değerli bir
Müslüman müttefik kazanmıştı. Ancak bazı toprak anlaşmalarının kesinlik
kazanmamış olması, gelecekte İngiltere'nin vaadinin gerçek niyetleri hakkında
patlak verecek tartışmaları kaçınılmaz kılmaktaydı. Şerif Hüseyin bu durumun
farkındaydı: Müttefiklerin kabul edeceklerinden çok daha büyük bir Arap devleti
istediğini ve o devletin sınırlarının gelecekte pazarlığa yol açacağını
biliyordu. Yine de McMahon'ın mektuplarındaki bütün çekinceleri dikkate aldığı
takdirde bile, kendisine Arabistan' da, Suriye içlerinde, Irak'ta ve
Filistin'de bağımsız bir Arap devleti vaat edildiğine inanmak için geçerli
sebepleri vardı. McMahon'ın dili o kadar karışık ve belirsizdi ki, Filistin'in
gelecekteki bağımsız Arap devletinin bir parçası olup olmadığı hakkında çok
çelişkili yorumlar yapılmıştır. Yazışmalarda Filistin'den özel olarak söz
edilmemişti; ancak İngiliz yetkililer daha sonra bölgenin Fransa'ya ayrılan
Suriye kıyılarına dahil olduğunu ve McMahon'ın sözünü ettiği Şam-Halep hattının
güneyinde kalmasına rağmen Arap devletine verilemeyeceğini iddia etmişlerdir.
Ne var ki, bu iddia da dayanaksızdı. Filistin gerçekten Şam'ın güneyindeydi ve
bölgede hak iddia eden Arapları savunanlar, buranın Şam-Halep hattının
batısında kalan bölgenin parçası olamayacağını ve Hüseyin'e söz verilen Arap
devleti sınırlan içinde kaldığını iddia etmekteydiler. McMahon, Hüseyin'le
pazarlığında büyük ihtimalle Filistin'i ayn bir bölge olarak görmemişti;
Filistin'i muhtemelen gelecekteki Arap devletinin parçası sayıyordu. Savaş
sonrasında yapılan barış anlaşmalarıyla kime hangi bölgenin verileceği sorunu
gereksiz kılınmışsa da, algılamalar çoğunlukla hukuksallık kadar önemli
olduğundan bu tartışmalar devam etmektedir. Ve Arapların arasında hakim olan ve
savaştan sonra giderek derinleşen algılamaya göre, İngiltere ilk başta tutmak
niyetinde olduğu bir söz vermiş, Arapları yanıltmış ve sonra da onlara ihanet
etmiştir.
Hüseyin'in aşiret güçleri Mekke'deki
Osmanlı garnizonuna 10 Haziran 1916'da saldırınca Arap isyanı başlamış oldu.
Eylül ayı geldiğinde Hicaz'ın önemli şehirlerinin çoğu -savaş boyunca kuşatma
altına alınan Medine dışında- Hüseyin'in eline geçmişti. Hüseyin, isyanını
haklı göstermek için İslami dayanışma davasına atıfta bulunuyordu. Osmanlı
padişahına karşı isyanın lideri olarak hassas konumunu, İslamiyet'e olan görevi
şeklinde göstermenin peşindeydi. Çağrısının hedefi, imparatorluğun
Müslümanlarına Kuran'ı ve şeriatı önemsemeyen bir grup ateist serüvenci olarak
tanımladığı İttihatçı rejimin devrilmesiydi. Halifeye saldırmamaya dikkat eden
Hüseyin, Müslümanları ayaklanıp halifelerini İttihatçıların pençesinden
kurtarmaya davet ediyordu. Bu tür İslamiyet'e yönelik propaganda, iki yıllık
isyan boyunca şerifin fermanlarının diline hakim oldu. Kendisi Arap
milliyetçisi değildi ve Arapçılık ideolojisi terimleriyle düşünmüyordu. Şerif
ve Mekke emiri olarak konumunu, ailesi adına bir krallık ya da prenslik elde
etme yolunda kullanan hırslı bir hanedan kurucusuydu.
Suriye'nin bazı yerlerinde isyandan yana
gizli birtakım destekler varsa da, Hüseyin'in çağrısı Arapça konuşulan
bölgelerde örgütlü bir karşılık bulamadı. Hatta pek çok Arap ileri geleni,
Hüseyin'i hainlikle ve eylemlerini Osmanlı İslam imparatorluğunu, birliğe en
çok ihtiyaç duyulduğu bir zamanda parçalamaya çalışmakla suçladılar. Arap
İsyanı Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir halk ayaklanması değildi. Daha çok
Arabistan'da aşiretlerden alınan vergilere dayanan ve Haşimi ailesinin hakimiyetinde
sınırlı bir girişimdi. Ancak Arapların isyanın nihai zaferini (1918'de Şam'ın
alınması) alkışladığı ve bunun Arapların bağımsız bir devlet iddialarının
temellerini oluşturduğu da kuşkusuzdur.
Arap İsyanı'nın Şam'a giden yolu Hicaz'dan
başlayıp, Akabe liman şehrinden (1917’de alınmıştı) ve sonra da 1918 nihai
taarruzunda General Allenby'nin sağ kanadından geçmişti. Şerif Hüseyin'in
aşiret güçlerine oğlu Emir Faysal kumanda ediyor ve kendisine bir grup Iraklı
eski Osmanlı subayı ile aralarında T.E. Lawrence'ın da bulunduğu İngiliz askeri
danışmanlar yardımcı oluyordu. Faysal genelde Osmanlılarla yüz yüze
çarpışmaktan kaçınıyor, daha çok düşmanın iletişim ve ikmal hatlarına
saldırmayı tercih ediyordu. 1 Ekim 1918'de askerleriyle Şam'a girmesi, Arapların
savaş çabalarının sonunun geldiğine işaret etmekteydi. Faysal, İngilizlerin
babasına verdiği söze uygun davrandığına inanarak hemen bir idari yönetim
sistemi kurmaya girişti.
Vaatler
ve Karşı Vaatler:
Müttefiklerin
Osmanlı İmparatorluğu'nu Parçalama Planları
İttifak devletleri savaş sırasında Osmanlı
topraklarının gelecekteki durumu hakkında aralarında çeşitli anlaşmalar
imzalamışlardı. Bu anlaşmalar Antant'ın Arap müttefiklerinin ihtiyaçlarını göz
önüne almayıp, sadece ittifakın Avrupalı üyelerinin çıkarlarına hizmet amacını
güdüyor, bir araştırmacının deyimiyle "yayılmacılar için önceden yer
ayırtılıyordu."
Anlaşmaların amacı, savaş sonrasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkları önceden
bir çözüme kavuşturarak ittifakı ayakta tutmaktı. Bu da ittifak üyelerine
önceden toprak dağıtımı sağlayarak elde edilmişti.
1915'te Rus orduları doğu Anadolu'dan
Osmanlılar ve Polonya'da Almanlarca hezimete uğratılırken, İngiltere ile Fransa
Rusların savaşa devam etme isteklerinin kaybolacağından korkuyorlardı. Bu
nedenle çara en çok arzulanan 'ön avans'ı teklif etmeye karar verdiler.
Savaştan önce asla düşünülemeyecek bir şey olarak İngiltere, Fransa ve
Rusya'nın bir araya gelmesiyle, 1915 Mart ayında Konstantinopolis Anlaşması'nı
imzalayarak Rusya'ya İstanbul'u ve Boğazlar'ı ilhak etme hakkını tanıdılar.
Konstantinopolis Anlaşması asla yürürlüğe girmedi ve Lenin'in 1917 Bolşevik
Devrimi'nden sonra hükümetin çarın müttefikleriyle yaptığı eski anlaşmaları
hükümsüz sayma kararını, hiç kuşkusuz İngiltere de Fransa da büyük bir
rahatlamayla karşılamışlardır.
Müttefikler arasındaki en tartışmalı konu,
Fransa'nın Osmanlı Suriyesi'nde hak iddia etmesinin İngiltere ile Fransa
arasında sürekli bir gerilim yaratmasıydı. Fransa batı cephesinde korkunç muharebe
savaşlarının yükünü taşırken Ortadoğu'daki çıkarlarını doğrudan koruyamıyordu
ve bölgede İngiltere'nin giderek artan askeri varlığını korkuya gözlemekteydi.
Bu konuyu çözümlemek için iki ülke temsilcileri 1916 Mayıs ayında yaptıkları
gizli bir anlaşmayla Arap Ortadoğusu'nun büyük bir kısmını kendi aralarında
böldüler. Sykes-Picot adıyla tanınan bu anlaşma, İngiltere'nin Şerif Hüseyin'e
verdiği sözlerin bir kısmını ihlal ettiği için savaşın en tartışmalı
belgesidir. Anlaşma Fransa'nın Suriye üzerindeki eski iddialarını tanıyarak
Fransa'ya güney Lübnan'dan Anadolu'ya kadar Suriye kıyıları üzerinde büyük bir
'doğrudan kontrol' bölgesi vermekteydi. Fransa ayrıca Suriye içinde dolaylı bir
etkinliğe sahip olacaktı. Irak'taki İngiliz statüsü de garanti altına
alınıyordu; İngiltere, Mezopotamya'nın güneyini 'doğrudan kontrol' edecek ve
Gazze'den Kerkük'e kadar uzanan özel bir dolaylı etkinlik alanına sahip
olacaktı. Hüseyin'e vaat edilen bağımsız Arap devletiyse, İngiliz ve
Fransızların dolaylı etkinlik bölgeleri arasında bir devlet veya devletler
konfederasyonu olacaktı. Anlaşma şartlarına göre Filistin uluslararası yönetim
altına alınacaktı.
Son olarak da İngiltere, başka bir ilgili
tarafa bir 'yer ayırtma' daha yaptı. Amerika, Rus ve Alman Yahudilerine erişebilmek
ve aynı zamanda Süveyş Kanalı'na bitişik topraklarda kontrolü eline geçirmek
amacıyla Filistin'de bir Yahudi yurdu kurulmasını kabul etti. Bu anlaşma bir
mektupla (ünlü 1917 Kasım Balfour Deklarasyonu) Dışişleri Arthur Balfour
tarafından ünlü bir İngiliz Siyonisti olan Lord Rothschild'e iletildi.
İngilizler dolaylı da olsa Filistin'e Yahudi yerleşimi destekleyeceklerse,
İngiltere Filistin'de işgal durumunu sürdürmek zorundaydı. Araplara göre, böyle
bir hareket Hüseyin'e verilen sözün ihlaliydi.
Savaş sona erdiğinde
Osmanlı topraklarının büyük kısmı İttifak devletleri arasında paylaşılmıştı. Bu
vaatlerin bazıları diğeriyle çeliştiğinden, sadece uzlaşmayla ya da askeri güce
başvurarak gerçekleştirilebilirdi.