KIRMIZI ÇİZGİ
Paylaşılamayan Toprakların Yakın Tarihi
JAMES BARR
1916 yılında imzalanmış ve 100. yılını doldurmuş olan Sykes-Picot
antlaşması hakkında yazılıp çizilecek çok şey var. Küçük Asya Antlaşması (Asia
Minor Agreement) olarak da bilinen bu sözleşme, Orta Doğu'yu
şekillendirmiştir. Bu plan tam anlamıyla uygulanamamış bir taslak niteliği
taşır. Bu yüzden Sykes-Picot'a bir uzlaşma demek daha doğru olacaktır. Bu
uzlaşma, geride bir asır bırakmış olmasına rağmen hala etkilerini
sürdürmektedir. Birçok diplomat ve bürokrat arasındaki yazışmaları ve
antlaşmaları içeren Sykes-Picot’un ismi, antlaşma üzerinde en çok sözü geçen
iki kişinin yani Mark Sykes(Britanya) ve François Georges-Picot(Fransa)’un
isimlerinden alınmadır.
Britanya hükümetinin Osmanlı Devleti ve Orta Doğu
üzerindeki politikalarını konu alan bu komite, Osmanlı’yı paylaşma konusunda
bir takım kararlar almıştı. Bu kararları pek tabii Fransa, Rusya ve İtalya ile
beraber şekillendirmişti.
De Bunsen Komitesi, Osmanlı
Devleti için gerçekleştirilebilecek olası 4 senaryo hazırladı:
1. Osmanlı Devleti’nin ilhakı
2. Osmanlı’yı kendi devletlerine ait nüfuz bölgelerine ayırmak
3. Osmanlı İmparatorluğunu olduğu gibi muhafaza etmek ama hükumetini
kendilerine tabi kılmak
4. Merkezi otoritesiz olan Osmanlı’yı federe bir yapıya çevirip ülkeyi 5
federasyona bölmek
Bu planlardan en çok çıkar
sağlayabilecekleri ve dönemin koşullarına en uygun olanını seçmeye karar
vermişlerdir. Seçtikleri plan ise Osmanlı Devleti’ni Suriye, Filistin,
Ermenistan, Anadolu ve Irak (Mezopotamya) şeklinde beş federasyona bölme
planıdır.
İngiltere ve Fransa global siyasete sahip olduğundan
dolayı çok yönlü politikalara sahiptir. Bu yüzden birçok yere el
uzatmaktadırlar. Yine bunlardan birisi olan Sykes-Picot; 1. Dünya Savaşı
sırasında öncelikli olarak Britanya ve Fransa arasında yapılan, sonrasında
Rusya’nın da onayı ve istekleri belirlenen bir antlaşma taslağıdır. Ayrıca ileride
İtalya’ya da onaylatılacak ve onlara da toprak vadedilecektir.
"Gelecekte Türklerin bu muazzam diyarları kötü bir şekilde idare
etmelerine izin vermemeliyiz.”
-Lloyd George (Dönemin Britanya Başbakanı)
Lakin bu antlaşma onlara göre tozpembe bir arka plan
üzerine kurulu değildir. Sykes-Picot’tan daha önce İskenderun Limanı'ndan
çıkarma yapıp Osmanlı’yı bitirmek isteyen İngiltere’nin bu planını veto eden
bir Fransa vardı. Arası açılmış İngiltere ve Fransa var iken Gelibolu
hezimetiyle bu dostluk biraz daha kopacak ve İngiltere’nin Sykes-Picot
Antlaşması'ndan 17 gün önce Kut’ül Amare Kuşatması'nda bozguna uğraması ortamı
biraz daha gerecektir.
Osmanlı Devleti bu antlaşmanın herhangi bir tarafı
olmamasına rağmen yapılan planın merkezinde yer almaktadır. Osmanlı'nın bu
plandan haberi bile yoktu. Bu antlaşmanın farkına varması ise bütün global
kamuoyu ile birlikte Bolşevik İhtilali'nin gerçekleşmesiyle olacaktır.
Bolşevikler 1917 yılında (Sykes-Picot'un üzerinden 556 gün geçtikten sonra) bu
antlaşmayı ayrıntılarıyla kamuoyuna sunacaktır.
Tabii ki Orta Doğu mevzu bahis
olduğu için büyük bir aktör de Araplardır. Sonradan işin içinde girecek olan
Yahudiler ise bugün mevcut olan İsrail Devleti’nin temellerini atacaklardır.
Antlaşma metni oldukça kısa ve
planlanan harita cetvelle çizilmiş gibidir. 2 sayfadan oluşan bu sözleşmede
harita ile ilgili ayrıntılara, ekonomik ve siyasi ayrıcalıklara değinilmiştir:
“Sir Edward
Grey’in Cambon’a Mektubu (Gizli.) Dışişleri Bakanlığı, 16 Mayıs 1916
Ekselansları, Bu ayın dokuzunda göndermiş olduğunuz mektubunuzu almak
şerefine nail oldum. Mektubunuzda, Fransa Hükümeti’nin müstakbel bir Arap
devletinin ya da Devletler Konfederasyonu’nun ve Suriye’nin Fransız
çıkarlarının hâkim bulunduğu bölgelerinin sınırlarını kabul ettiğini; ama
bunun, Londra ve Petrograd’taki son görüşmelerden çıkan sonuçlar gibi belirli
koşullarla birlikte olacağını ifade ediyorsunuz. Ekselanslarına cevaben şunu
belirtmeyi şeref sayarım ki, projenin şimdiki haliyle olduğu gibi kabul
edilmesi, İngiliz çıkarlarından kayda değer ölçüde feragat edilmesi anlamına gelecektir;
ama Majesteleri’nin Hükümeti Türkiye’de daha münasip bir iç siyasi ortam
yaratılma- sının Müttefik davasına sağlayacağı yararı gördüğü için, şu anda
varılan anlaşmayı kabul etmeye hazırdırlar. Şu şartla ki; Arapların işbirliği
güvence altında olacak, Araplar koşulları yeri- ne getirecek ve Humus, Hama,
Şam ve Halep şehirlerini ellerinde tutacaklardır. O halde, Fransız ve İngiliz
Hükümetleri karşılıklı olarak şunları anlamaktadır:
1.
Fransa ve
İngiltere ilişikteki haritada (A) ve (B) olarak işaretlenen bölgelerde, bir
Arap liderin hükümdarlığı altında bağımsız bir Arap Devletini ya da bir Arap
Devletler Konfederasyonu’nu tanıyacak ve destekleyeceklerdir. Fransa (A)
bölgesinde, İngiltere (B) bölgesinde yerel fonlar ve girişim hakkı önceliğine
sahip olacaklardır. Arap Devleti’nin ya da Arap Devletler Konfederasyonu’nun
talebi üzerine Fransa sadece (A) bölgesinde, İngiltere sadece (B) bölge- sinde
yabancı memur ya da danışman sağlayabileceklerdir.
2.
Mavi alanda
Fransa’ya, kırmızı alanda İngiltere’ye arzu ettikleri ve Arap Devleti ya da
Arap Devletler Konfederasyonu için uygun olduğunu düşündükleri, doğrudan ya da
dolaylı idareyi ya da denetimi kurmalarına izin verilecektir.
3.
Kahverengi
bölgede uluslararası bir idare tesis edilecektir. Bu idarenin biçimine Rus- ya,
ardından diğer Müttefikler ve Mekke Şerifi’nin temsilcileriyle incelemeler
yapıldıktan sonra karar verilecektir.
4.
İngiltere’ye,
1) Hayfa ve Akka limanları, 2) (A) bölgesindeki Fırat ve Dicle’den (B)
bölgesine su tedariki garantisi verilecektir. Majesteleri‘nin Hükümeti, önceden
Fransız Hükümeti’nin rızasını almaksızın, Kıbrıs’ın herhangi bir üçüncü güce
bırakılması hususunda görüşmelere gitmeyeceğini taahhüt eder.
5.
İngiliz
ticareti hususunda, İskenderun serbest liman olacak ve İngiliz gemiciliği ya da
malları için fiyat ayrımı olmayacaktır. Fransa’nın malları için, bu mallar mavi
bölge, (A) bölgesi ya da (B) bölgesinden yola çıksalar ya da buralara gelseler
de, Hayfa’da ve kahverengi bölgede kalan İngiliz demir yollarında serbest geçiş
hakkı olacaktır. Fransız mallarına hiçbir demiryolu üzerinde ya da Fransız
gemilerine mezkûr bölgelere hizmet veren hiçbir limanda, dolaylı ya da doğrudan,
ayrım yapılmayacaktır.
6.
Fırat
Vadisi yoluyla Bağdat’ı Halep’e bağlayan bir demiryolu hattı tamamlanana ve
sonra sadece iki hükümetin karşılıklı rızası sağlanana kadar, Bağdat Demiryolu
(A) bölgesinde güneye doğru Musul’un ilerisine ve (B) bölgesinde kuzeye doğru
Samara’nın ilerisine uzatılmayacaktır.
7.
İngiltere
Hayfa’yı (B) bölgesine bağlayan bir demiryolu yapımı idaresi ve tek sahibi olma
hakkına sahip olacaktır. Böyle bir hattı her zaman için askeri sevkiyat
amacıyla kullanmak hakkı bakidir. İki hükümet tarafından da anlaşılmalıdır ki,
bu hat Bağdat ve Hayfa’nın demiryoluyla birbirlerine bağlanmasını
kolaylaştırmak için olacaktır. Şu da ayrıca bilinmelidir ki, şayet mühendislikten
kaynaklanan zorluklar ve bu bağlantı hattını kahverengi bölgede tutmasının
getir- diği masraflar projeyi uygulanamaz kılarsa, Fransa Hükümeti bahsi geçen
demiryolunun (B) bölgesine ulaşmadan önce Banias-Keis MaribSalkhad Tell
Otsda-Mesmie güzergâhını kat etme olasılığını değerlendirmeye hazır olacaktır.
8.
Hâlihazırdaki
Türk gümrük tarifeleri, (A) ve (B) bölgelerinin yanı sıra tüm mavi ve kırmızı
alanlarda da yirmi yıl süreyle yürürlükte kalacak ve iki güç arasında anlaşma
sağlanmaksızın gümrük resmi oranlarında bir artış ya da kıymet üzerinden
belirlenen oranlardan başka oranlara dönüşüm yapılmayacaktır. Yukarda bahsi
geçen bölgelerin hiçbiri arasında gümrük sınırı olmayacaktır. Bölgeye gelen
mallara uygulanabilecek gümrük vergileri limanda toplanacak ve bölge idaresine
teslim edilecektir.
9.
Fransız
Hükümeti hiçbir suretle, mavi bölgedeki haklarını Arap Devleti ya da Arap
Devletler Konfederasyonu dışında bir üçüncü güce, Majesteleri’nin Hükümeti’yle
önceden anlaşma sağlamadan vermeyecek ve bu hususta görüşmelere girmeyecektir.
Majesteleri’nin Hükümeti de kırmızı bölgeye ilişkin olarak Fransız Hükümeti
karşısında benzer taahhüdü üstlenecektir.
10.
İngiliz ve
Fransız Hükümetleri, Arap Devleti’nin hamileri olarak, Arabistan yarımadasında
toprak edinmeyecek ve bir üçüncü gücün toprak edinmesine rıza
göstermeyeceklerdir. Bunun yanı sıra, bir üçüncü gücün, Kızıldeniz’in doğu
kıyısında ya da adalarında deniz üssü kurmasına da rıza gösterilmeyecektir. Öte
yandan, bu, Türklerin son zamanlarda sergilediği saldırganlığın sonucu olarak zorunluluk
arz edebileceği üzere, Aden hududunda düzenlemeler yapılmasına engel değildir.
11.
Arap
Devleti ya da Arap Devletler Konfederasyonu’nun sınırlarına ilişkin görüşmeler,
bugüne kadar olduğu gibi iki güç adına aynı vasıtayla sürdürülecektir.
12.
Arap topraklarına
silah ithalini denetlemeye yönelik önlemler iki Hükümet tarafından
değerlendirilecektir.
Anlaşmayı tamamlamak adına şunu da belirtmeyi şeref addederim ki;
Majesteleri’nin Hükümeti Rus Hükümeti’ne, bu ikincisiyle Ekselanslarının
Hükümeti’nin 26 Nisan tarihinde yaptığına benzer biçimde, Hükümet mektuplarının
değiş tokuşunu teklif etmektedir. Bu mektupların nüshaları, değiş tokuş
gerçekleşir gerçekleşmez, Ekselanslarımıza iletilecektir. Ekselanslarınıza şunu
da hatırlatmak isterim ki; bu anlaşmanın sonuca bağlanmasıyla birlikte, pratik
nedenlerle, İtalya ve Müttefikler arasında 26 Nisan 1915 tarihinde yapılan
anlaşmanın 9. Maddesine göre, İtalya’nın Asya Türkiye’si üzerinde yapılacak
herhangi bir taksimat ya da yeniden düzenlemede pay hakkı sorunu doğmaktadır.
Majesteleri’nin Hükümeti ayrıca Japon Hükümeti’nin de şu anda varılan
anlaşmadan haberdar edilmesi gerektiğini düşünmektedir.”
Harita: Sykes- Picot Antlaşması ile bölünen Ortadoğu
Haritadan da görülebileceği üzere Osmanlı, İç Anadolu’da
küçük bir yere sıkıştırılmıştır. Kırmızı ile işaretlenmiş yer direk Britanya
hakimiyetini gösterirken, (B) ile işaretlenmiş bölge İngiltere nüfuzuna ve
etkisine sahip Arap bölgesidir. İngiltere açısından Kerkük’ün kendi etki alanı
sınırlarında olması üzerine dikkatinizi çekmek isterim. Ayrıca Filistin’de
küçük bir bölgede de İngiliz hakimiyeti gösterilmiştir. Küçük bölge dediysem
inanmayın, orası Hayfa ve Akka limanlarını barındırır.(Günümüzde İsrail’in en
büyük uluslararası limanlarındandır.) Bu limanların önemine yazının
ilerleyen kısımlarında değineceğiz.
Mavi ile gösterilen bölge direk Fransa hakimiyetini
belirtmektedir. (A) ile işaretlenmiş bölge ise Fransa nüfuzuna ve etkisine
sahip Arap bölgesidir. Yine Fransa açısından bakacak olursak Doğu Akdeniz kıyı
şeridinin çoğunun sahibi olması ve Musul’un kendi etki alanında olması
dikkatinizi çekmek istediğim hususlardan bazılarıdır.
Yeşil bölge İtalyan hakimiyeti
ve (C) bölgesi İtalyan etkisi altındaki bölge olarak haritada belirlenmiştir. Sarı
bölge ise Rus hakimiyetini göstermektedir. İstanbul bölgesi görüleceği üzere
Rusya’ya devredilmiştir. Asıl önemlisi doğuda Rus etkisi altında bir Ermenistan
sınırı çizilmiştir. Bu sınırların günümüzde bile hala tartışma konusu olduğu
unutulmamalıdır. Ayrıca dikkat edilmesi gereken bir başka konu ise
İngiltere’nin Rusya ile arasına Fransa’yı yerleştirme stratejisidir.
Filistin ise görüleceği üzere turuncu ile
işaretlenmiştir. Çünkü bu topraklar üzerine kesin bir uzlaşmaya varılamamıştır.
Bu nedenlerden dolayı uluslararası bir yönetim öngörülmüştür.
İngiltere ile Fransa’nın amacı ve İskenderun Limanı Sorunu
İngiltere asıl olarak Filistin, Suriye ve Irak'ta
bağımsız (ama kendi piyonları olabilecek) bir Arap devleti kurmayı düşünüyordu.
Çünkü o dönem kendi mandası olan Mısır’ı ve Hindistan’ı güvende tutmalıydı.
Mısır'ı güvende tutmanın önemli bir yolu Akdeniz kıyı şeridini yani İskenderun
ve Filistin’i elde tutmaktı.
–İskenderun’un
Yunanca’sı “Alexandretta” şeklinde geçer. Yani bir nevi “Küçük İskenderiye”
demektir.–
Kahire’de bulunan bir İngiliz
astsubayı şöyle diyordu: “Bir
donanmanın Mısır’a karşı harekata başlayabileceği tek yer İskenderun.”
“İskenderun
mükemmel bir doğal deniz üssü. Biz, bu üssü istemiyoruz ama başka kimse de bize
zarar vermeden ona sahip olamaz.” Bu sözleri
söyleyen ise İngiliz astsubayı T.E. Lawrence’tan başkası değildi.
Ayrıca İstanbul’da mevcut bulunacak Rusya tehditine
karşı da İskenderun Limanı(Alexandretta) hayati öneme sahipti. Dönemin Britanya
Deniz Kuvvetleri Komutanı Winston Churchill, Rusya’nın İstanbul’u kontrol
etmesi tehditine karşı İskenderun Limanı'nın(Alexandretta) alınıp tarihi Babil
sınırının Akdeniz’e uzatılması gerektiğini savunuyordu. Lakin İngiltere bu
planı uygulayamayacaktı. Çünkü Britanya’nın çıkarlarının olduğu yerde
Fransa’nın da çıkarları vardı ve daha da önemlisi bu bölgeyi Fransa’ya
vadetmişti. Bu vaadin bozulması ise dostluğun bitişi demekti.
Suriye ve Filistin, Fransa için tarihi ve romantik bir
öneme sahiptir. Ayrıca Fransızlar kendini Şark’ın Hristiyan gücü olarak
görmektelerdi. Bu yüzden Fransa, Suriye ve İskenderun Limanı'nın çevresini
yani özellikle Doğu Akdeniz sahil kısmını istiyordu. Bu romantiklik, haçlı
ordularının asırlar evvel Türklere karşı yaptıklarından farksızdır. Fransa
zannediyorum kendini haçlı ordusunun yarım bıraktığı işi bitirmek için
adamıştı. Zaten ileriki dönemde Suriye’ye girecek olan Fransa’nın ünlü
generali, Doğu’nun en ünlü kumandanlarından olan Selahaddin Eyyubi’nin
türbesine gidecek ve şöyle diyecektir: “Selahaddin, geri döndük.”
İngiltere tabii ki Mısır Mandasını savunmasız bırakacak
olan İskenderiye Limanı’nı kaybetmeyi öylece göze alacak değildi. Önceden
bahsettiğim gibi Fransa ile İngiltere’nin arasını açan bir takım olaylar vardı.
Bu tip anlaşmazlıklar yüzünden dostluk bağları iyice kopan iki ülke arasında
gerek medya yoluyla gerek diplomatik yollarla bir takım çatışmalar yaşanıyordu.
Bu tip çatışmalar ikiliyi iyice gerecek, İskenderun ve çevresi sorunuyla ilgili
tarafları sertleştirecektir. T.E. Lawrence: “Suriye konusunda düşman Türkler
değil Fransızlardır.” Lakin bu soruna daha farklı bir çözüm bulundu.
İskenderun Limanı'nı vadettiği Fransa ile arasını
bozmak istemeyen İngiltere yeni bir çözüm buldu. Çünkü bulmak zorundaydı.
Aslında “Fransa ile arasını bozmamak” gibi bir tabir kullanılıyor ama bu tek
neden olamaz. Çünkü emperyal çıkarlarının başladığı yerde Fransa’yı dinleyecek
değildi. Lakin Fransa’nın dostluğu çıkarlara daha ağır basmıştır, doğal olarak.
Fransa Donanma Bakanı Victor Augagneur, Winston Churchill ile yaptığı
toplantıda Çanakkale seferine Fransa’nın katılma şartı olarak İngilizlerin
İskenderun bölgesine yerleşme planlarından vazgeçmesini şart koşmuştu.
Bu
tip nedenlerden ötürü İngiltere’nin bulduğu yeni çözüm ise Akka ve Hayfa
limanlarını istemek oldu ve bu konuda başarılı da olmuştur. Akka ve Hayfa
limanlarını almayı kabul ettirmesi bir başarıdır. Çünkü burası
Filistin -yani o dönem planlanan uluslararası yönetim- içerisinde
bulunuyordu. Buradan başlatacağı demir yolu ile Mezopotamya’yı Akdeniz’e
bağlayacaktı. Bu hat, Hindistan’a direk ulaşacaktı. Böylece hem Hindistan
yolunun ikmali ve güvenliği sağlanıyordu hem de Rusya ile arasına Fransa’yı
yerleştirmiş oluyordu. İskenderun da böylece Fransa’ya tekrardan bırakılmış
oldu. Oldukça güzel bir çözüm…
Ayrıca
bu tip sorunlara yol açan ve birçok batı ülkesinin çıkarlarını besleyen
İskenderun Limanı yani Hatay’ın 1939’da Türkiye’ye katılması bir başarıdır.
Milliyetçilik akımından etkilenmiş bir takım Arap
unsurlar da Osmanlı’dan ayrılmak istiyorlardı. Bulundukları bölge ise Mezopotamya
gibi tabiri caiz ise “cennet” topraklarıydı. Özellikle
İngiltere ve Fransa’nın o dönemde Osmanlı toprağı olan bu bölgelerde büyük
çıkarları bulunuyordu.
İngiltere Araplara askeri, siyasi, maddi her türlü
desteği verdi. Onlara bağımsızlık vadetti. Burada önemli birkaç nokta
bulunuyor. İngiltere 1.Dünya Savaşı'nın ortasında olduğunun pek tabii
bilincindeydi. Gelibolu’da ve Kut’ül Amare’de yenilmişti. Bir seçim yapmak
zorunda kalmıştı. Ya Araplara toprak vadedecekti ya da Araplar Osmanlı’nın
cihat fetvasına uyacak ve Osmanlı’nın yanında savaşa girecekti. Bu ayrımın
ortasında olduğunun farkındaydı. Bu, İngiltere için büyük bir yenilgiye sebep
olabilirdi. Tabii ki İngiltere bu fırsatı kaçıramazdı.
Aynı zamanda belirli stratejik
yerler dışındaki toprakları Araplara vermek Fransa’nın emellerini de kısıtlamak
anlamına geliyordu. Dostluk denen şey ülke menfaati girdiği zaman bitiyor
muydu?
İngiltere, Araplara vadedilen bölgelerde onlara
bağımsızlık vermeye çalışıyordu. Lakin Fransa ile antlaşmalarına göre bu ters
bir durumdu. İngiltere bu süreç içerisinde Araplar ve Fransızlar arasında tilki
dansı yapıyordu. Araplara gizli destek sağlayıp aynı zamanda Fransa
ile arasını iyi tutmalıydı. Mesela daha ileride olacak olan Britanya'nın
Araplara Bağdat'ta özerklik verme planı hemen gerçekleşmeyecekti. Çünkü
Fransa'dan korkuyorlardı. Sakın Fransa'nın dostluğunu kaybedeceklerinden
korkuyorlar sanmayın. Böyle bir özerklik verilir ise Fransızlar İngiltere'nin
istediği Musul ve Filistin petrol sahasını Milletler Cemiyetinde veto
edebilirdi. Böyle bir şeyin olmasını İngiltere tabi ki istemeyecektir. Fransa
ise kendilerinin ele geçirecekleri toprakların bazılarının Araplara
vadedildiğini sonraları öğrenecekti.
İngiltere bölgede bağımsız bir Arap unsuru olması için
çok çalıştı. Osmanlı’nın cihat çağrısını bastırmak zorundaydı. Bu çağrıyı
bastırmak için ise en ideal kişi Şerif Hüseyin’den başkası olamazdı. Çünkü
Şerif Hüseyin doğrudan peygamber soyundan geliyordu. İngiltere’nin Mısır Valisi
Henry McMahon’un Doğu Müsteşarı olan Ronald Storrs ise Şerif Hüseyin için şöyle
söylecekti: “Dünyevi gücü
olmayan, soyundan gelen hakkıyla ruhani bir papa olacak.”
Filistin’i
Kim Yönetecek?
Filistin yönetiminin kime kalacağı ise başlı başına bir
sorundu. 3 dinin de kutsal saydıkları topraklarda İngiltere ve Fransa’nın hak
talep etmesi oldukça anlaşılabilir bir şeydir.
Tabii ki Filistin gibi zengin
tarihi unsuru barındıran coğrafyada iki tarafın antlaşması mümkün olmadı ve
Filistin’i uluslararası bir yönetime bıraktılar. Bu sonuçtan iki taraf da
memnun değildi. Lakin iki taraf da diğer tarafın üstünlüğünü kabul etmeyi göze
alamıyordu.
Gelecekte aynı emperyal gücünü devam ettirmek isteyen
İngiltere, bu gücün petrolden geçtiğini çok iyi biliyordu. Almanların o dönem
yaptığı çalışmalar göstermişti ki Musul muhteşem petrol kaynaklarına sahipti.
İngiltere kesinlikle burayı kontrol etmeliydi. Zaten İngiltere Hükümeti,
ülkesinde mevcut bulunan muhalefeti -ki
bu muhalefet, savaşın sürüp gitmesiyle finansal olarak çökmeye başlayan bir
İngiltere'den yakınıyordu- gelecekteki petrol üretiminin
kazançlarıyla İngiltere'nin kaybedeceği finansal açığın kapatılacağını
söylüyordu. Lakin bir sıkıntı vardı. Sykes-Picot ile kumun üstüne cetvelle çekilen sınırda Musul
üstte yani Fransa’da, Kerkük ise altta yani İngiltere’de kalmıştı. Ama
İngiltere, bu sorunu daha sonraları Clamenceau-Lloyd
George Antlaşmasıyla çözecek ve Musul’un kendisinde kalmasını
sağlayacaktı.
Geriye kalan asıl problem ise, aynı dönemde Amerika’da
bulunan Woodrow Wilson idi. İngiltere, emperyalist politikalara karşı çıkan
Wilson’dan gelebilecek bir eleştiriden çekinmemiş değildi. Ve tabii ki konu petrol olunca İngiltere,
Türkiye ile ateşkes ilan edildikten 3 gün sonra 3 Kasım'da Musul’u işgal etti.
İngiltere, Wilson tarafından çok ağır bir eleştiriye
maruz kaldı. Wilson, barış koşullarından Britanya’nın kâr elde etmesine ciddi
bir biçimde karşı olduğunu belirtmişti. Filistin ve Mezopotamya’da bir İngiliz
mandasına asla izin vermeyeceğinin haberleri İngiliz hükümetini oldukça
kaygılandırmıştı. İngiltere bu politikasını değiştirmeye yöneldi. Musul madem
onların yönetiminde kalamayacaktı, o zaman orada güçsüz bir Arap hükümeti
bulunmalıydı…
Ufukta Bir
Yahudi Devleti Görülüyor
İngiltere ve Fransa'nın emellerini besleyen ve
hayallerini süsleyen Filistin, daha önce belirtildiği gibi uluslararası bir
yönetime bırakılmıştı. Savaş uzuyor ve barış sürecinden gitgide
uzaklaşılıyordu. Bir yanda Arap faktörü diğer yanda Fransa faktörü ve öbür
taraftan ise Amerika faktörüyle uğraşan İngiltere yorulmaya başlamıştı. Ayrıca
Filistin’de bir Fransa unsuru olması kesinlikle İngiltere’nin emperyal
çıkarlarıyla örtüşmüyordu. Tam da burada İngiltere, Filistin politikasını
değiştirecektir. İngiltere, uluslararası yönetime bırakılması sonucunu lehine
çevirmek için bu bölgede birden Yahudiliği desteklemeye başlayacaktır.
Böylelikle Fransa’nın bölgedeki çıkarlarına bir darbe indirmiş olacaktı. Daha
da önemlisi, bu şekilde Yahudileri destekleyerek arkalarına Yahudi desteği
almış olacaklardı. Amerika’da büyük bir Yahudi nüfusu bulunuyordu. Ve Britanya
böylelikle Wilson’un “anti-emperyalist” tavrına uymuş görünecek ve Wilson’u
“susturacaktı.” Ayrıca Rusya ve Almanya Yahudilerinin de sempatisini kazanacaklardı.
Yahudilerin rüyalarını gerçekleştirecekleri için Britanya’ya minnettar
olacaklarını düşünmüşlerdi.
Bütün Yahudi tarafı ve Amerika
bu projeye sıcak baktı ve destek verdi. Çünkü bölgede bir Musevi devleti
bulunması Batı’nın Orta Doğu politikalarını sağlamlaştıracaktı. Her şey güzel
gibi görünse de diğer yandan Araplar’ın bu hamleye çok sinirleneceği aşikar
idi. Gerçekten de çok sinirlendiler, fakat Balfour Deklerasyonu yapılacak ve
İsrail Devleti ufukta görülecekti.
Bu konu mevzu bahisken Fransa’nın Suriye’de yapmış
olduğu şeylere değinmemek olmazdı. Fransa, bu bölgeyi olabildiğince etnik ve
dini parçalara bölmek amacıyla çalışıyordu. Zaten parçalara ayrılmış bölgede
olan ayrıştırmaları arttırıyordu. Çünkü ne kadar çok ayrıştırma yaparsa o kadar
çok başarılı olacaktı. Ne kadar farklı unsur bölgesi olursa, gelecekte o kadar
güçsüz bir Suriye ve Orta Doğu olacaktı. Lübnan’a Hristiyan unsurları
doldurmaya çalışacak, Suriye’yi 4 farklı bölgeye bölecek olan Fransa bu
yaptıklarında başarılı olacaktır.
Kuzeyde Halep(Aleppo), batıda Alevi bölgesi(Alawie),
merkezde Şam(Damascus) ve güneyde Cebel el-Dürzi(Jabal Druze) şeklinde dört
bölgeye ayrılmış olacak olan Suriye’de bunun etkileri günümüze kadar tüm
şiddetiyle yansıyacak ve bölgeyi kan götürecektir. Bu bölgeler farklı etnik
yapılanmaya daha önce de sahipti lakin buralarda mevcut bulunan dini ve etnik
ayrımın arttırılması politikası, bölgedeki çatışmayı ve ayrışmayı hızlandırmıştır.
Bu yapılan etnik ve dini bölgesel ayrım bugün Suriye bölgesinde aktif savaşın
nedenlerindendir.
Sonuç
Sykes-Picot Antlaşması tam anlamıyla uygulanamamış olsa
dahi bugün bile etkileri sürmektedir. Bu antlaşmanın bütünüyle
uygulanamamasında Türk Kurtuluş Savaşı ve Bolşevik İhtilali'nin payı varsa bile
Sykes-Picot’un zamanın ruhuna uygun olmaması da tam anlamıyla uygulanamamasının
önündeki engellerdendir.
Özellikle Filistin’de Fransa ve
İngiltere’nin karşılıklı çıkar çatışması sonucu gerçekleştirilen siyasi olaylar
günümüzde etkileri hala ağırlıkla hissedilen Müslüman-Yahudi çatışmasının bir
numaralı tarihi arka planını oluşturmaktadır.
Çizilen sınırlara bakıldığında, bu antlaşmanın aslında
ileride yapılacak olacak olan Balfour Deklarasyonu, Paris Barış antlaşması,
Sevr Antlaşması ve San Remo Konferansı gibi planların hazırlığı olduğu bariz
bir şekilde görülmektedir.
Batı’nın
cetvelle çizdiği topraklar, bu gibi emperyal çıkarlara maruz kaldığından
dolayı, bugün bile savaş ve korkunun etkilerini derinden hissetmektedir. Bu tip
bir antlaşmanın varlığı bize göstermektedir ki Batı’nın Orta Doğu üzerindeki
emelleri, çıkarları ve istekleri oldukça büyüktür. Tarih her gün kendisine
yeni olaylar katmaya devam ediyor ve edecektir. Bu antlaşma ne bir başlangıçtı
ne de bir son oldu. Sykes-Picot, sonu görülemeyen bir mücadelenin yalnızca
kendini belli eden bir gölgesidir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder