27 Mayıs 2018 Pazar

MODERN ORTADOĞU TARİHİ

MODERN ORTADOĞU TARİHİ


Harita 1: İslamiyet’in doğduğu yıllarda bilinen dünyadaki devletler
     İslam dini genellikle yalnızca çorak, az yerleşimli Arap Yarımadası'ndaki kökenleri itibariyle değerlendirilir. İslamiyet'in M.S. 610 ve 632 yıllan arasında Hazreti Muhammed'e vahyedildiği yer tabii ki Arabistan'ın Mekke şehriydi. Ancak Muhammed'in ölümünü takip eden yıllarda Araplar, yarımadanın dışına çıkarak genişlediler ve İspanya'dan bugünkü Pakistan'a kadar uzanan fetihlerle bir dünya imparatorluğu kurdular. İlk Arap-İslam imparatorluklarının büyük şehirleri olan Şam ve Bağdat, Arabistan'da değil, antikitenin çok zaman önce yerleşime açılmış topraklarında bulunuyorlardı. Dolayısıyla, İslamiyet'in ve İslam uygarlığının gelişimini anlamak istiyorsak, önce İslamiyet'in genişleme alanı olan Ortadoğu bölgesinin yüzyıllar içinde birikmiş zengin bir entelektüel alışveriş, dini deneyim ve idari uygulama hazinesi olduğunu bilmekte fayda vardır. İslam toplumu bu temeller üzerine inşa edilmiş ve şekillenmiştir. Ira Lapidus'un yazmış olduğu gibi, "Mekke'de doğmuş olan İslam uygarlığının kökleri Filistin, Babil ve Persepolis'teydi"[1].
     Antik Yakındoğu uygarlığının gelişmesi, ilkin M.Ö. 3500 yıllarında aşağı Irak'ta beliren şehir-devletler içerisinde başlamıştı. Bu bölgedeki yerleşik toplumlar yazılı alfabeyi, yönetim kurumlarını ve ayrıntılı dinsel ritüelleri geliştirmişlerdi. Takriben M.Ö. 2400 yıllarında, çeşitli şehirlerin egemen bir monarkın yönetiminde tek bir devlet halinde birleşmesiyle, bölgesel imparatorluklar şeklinde daha büyük çaplı siyasal birimler kurulur oldu. Zamanla bunlardan da büyük bölgesel imparatorlukların kurulması, daha fazla sayıda insanı ortak hukuk sistemleri altında toplayarak ve onları birbirleriyle paylaşabilecekleri kültürel ve dinsel deneyimlere açarak, bütünleştirici bir güç işlevini görecekti. Yüzyıllar geçtikçe tarım ve silah teknolojisinde, ulaşım ve iletişimde, toplumsal ve idari örgütlenmede kaydedilen ilerlemeler de imparatorluklara gittikçe daha geniş topraklara egemen olma imkanı tanıdı. Sonra da bu süreç ilk büyük doruk noktasına, firavunların egemenliğinde ileri düzeyde bir uygarlığın kurulmuş olduğu Mısır'ın Nil vadisinde ulaştı. Nil'in kıyılarını süsleyen tanrı ve kral anıtları, antik Mısırlıların dinsel ve hanedan geleneklerine tanıklık ediyordu. Birleştirici nitelikte buna benzer bir etkiyi de, İran'da kurulu olup, Mısır'dan Ceyhun nehrine kadar Ortadoğu'nun bütün topraklarını tek bir imparatorluk sınırlarına dahil eden Acem İmparatorluğu (M.Ö. 551-M.Ö. 331) sağlayacaktı.
     M.Ö. 4. yüzyılda Büyük İskender'in fetihlerinin peşinden, İran ile Akdeniz arasında uzanan Ortadoğu toprakları, idari ve yüksek kültür dili olarak Yunanca'nın benimsenmesiyle birlikte başka bir gelenekle tanışmıştı. İskenderiye ve Antakya'da ileri düzeyde Yunanca öğrenim kurumları açıldı ve böylece Yunanca, Mısır'dan Anadolu'ya kadar şehirli elit kesim arasındaki egemen dil haline geldi.
     Yeni fikirlerle tekniklerin benimsenmesi süreci, Roma fetihleriyle ve M.Ö. 1. yüzyılda Mısır, Filistin, Suriye ve Anadolu'da Roma'nın etkili idari uygulamalarının pekiştirilmesiyle devam etti. Bununla birlikte, Ortadoğu'nun Akdeniz'deki kısımları Roma İmparatorluğu'nun eyaletleri şeklinde idare edilmesine rağmen, yüksek kültürleri Latin damgasını taşımaktan daha ziyade Ellenik kültürün egemenliğindeydi. Roma'nın imparatorluk başkentinin M.S. 330 yılında Konstantinopolis'e taşınması ve ondan bir yüzyıl sonra batı Roma'nın yıkılmasıyla da imparatorluğun doğulu kimliği iyice belirginleşmiş oluyordu. Artık bu kimliği, Roma'nın idari uygulamalarını Ellen uygarlığı bağlamında muhafaza etme politikası uygulayan Bizans İmparatorluğu temsil etmekteydi.
     Dolayısıyla, henüz oluşma ve gelişme evresindeki İslamiyet, yalnızca yukarıda ana hatlarıyla anlatılmış olan mevcut maddi kültürlerle değil, yerleşik dinsel inançlar ve ritüellerle de etkileşime girdi. İslamiyet'in yükseliş döneminde yerel ve bölgesel kültler, varlıklarını hala korumakla birlikte, büyük ölçüde egemen Bizans ve Sasani imparatorluklarının resmi dinlerinin etkisi altında kalmıştı. Başka bir deyişle, imparatorlukların oluşması sürecinin dinsel açıdan tek biçimliliğe katkıda bulunması son derece doğaldı. Fethedilen halkların kendi yerel tanrılarıyla tanrıçalarına inanmaktan vazgeçmeleri ve resmen onaylanmış emperyal dinlere inanmaları bekleniyordu. Bu suretle imparatorlukların konumlarını pekiştirmeleri, dini birliğe ve tek bir tanrının üstünlüğüne inanmayı gerektiren tektanrıcılığın ortaya çıkışına önemli katkıda bulunmuş oldu. Arap-İslam fetihlerinin gerçekleştiği dönemde Ortadoğu'da yaşayan halkların büyük kısmı, çoktan üç tektanrıcı inançtan birine bağlı durumdaydılar.
     Tektanrıcılığı ilk kez öne sürenler, antik İsrail'in peygamberleriydi; kaldı ki Museviliğin en kayda değer ve kalıcı miraslarından birisi budur. M.S. 1. ve 2. yüzyıllarda Romalılar Yahudileri Filistin'den sürmüş olmalarına rağmen, İslamiyet'in doğuşunun evresinde Yahudi toplulukları Ortadoğu'da yeniden boy gösterip güçlenmeye başladılar. Bölgede tektanrıcılığın başka biçimlerine de rastlanıyordu. M.Ö. 7. yüzyılda İranlı peygamber Zerdüşt, kötülük güçleriyle sürekli mücadele halinde olan üstün bir Tanrı'nın varlığını savunan bir doktrin geliştirmişti. Zerdüştlük daha sonra İran'da kurulmuş Sasani İmparatorluğu'nun (M.S. 234-634) hakimlerince canlandırıldı ve bu imparatorluğun resmi dini olarak benimsendi.
     Üçüncü tektanrıcı inanç olan Hıristiyanlık, Roma çağından sonra hızla yayılmış ve 4. yüzyılın sonlarında Bizans İmparatorluğu'nun resmi dini olarak kabul edilmişti. Gelgelelim, İsa'nın doğası üzerine farklı yorumların varlığı bu dine inananları böldü ve hepsi de kıskançça kendi yorumlarının doğru olduğunu iddia eden ayrı kiliselerin kurulması sonucunu doğurdu. 4Sl'deki Kalkedon Konseyi'nde kilisenin temel organı, İsa'nın biri ilahi, diğeri insani olan iki doğası bulunduğuna hükmetti. Oysa Monofisitler diye bilinen diğer Hıristiyan toplulukları, İsa'nın tek bir doğası bulunduğuna inanmaktaydılar. Monofisit doktrini, kendi dinsel hiyerarşisine sahip olup, ritüellerini yerli Mısır Koptik diliyle sürdüren Mısır'daki Koptik kilisesinde kurumlaşmıştı. Bu arada, Anadolu'daki Ermeni kilisesi de -Suriye'deki bazı gruplar gibi- Monofisit yoruma bağlıydı. İşte, İslamiyet'in ortaya çıkış döneminde, yerel ayinleri ve uygulamalarıyla bu bölgesel Monofisit kiliseleri, imparatorluğun bütün tebasına Hıristiyanlığın Rum Ortodoks yorumunu zorla kabul ettirme uğraşı içindeki Bizanslıların saldırılarına maruz kalmışlardı.
     İslamiyet, Bizans'ın Rum-Hıristiyan toprakları ile Iran-Zerdüşt bölgelerini dinsel temelli tek bir evrensel imparatorluk halinde birleştirmişti. Yeni İslamiyet inancı ile Ortadoğu'nun yerleşik gelenekleri arasındaki çatışmalar, köklü biçimiyle ve tartışmasız derecede İslami nitelik taşıyan, ama aynı zamanda daha önceki yüzyıllar boyunca birikmiş pratikleri de özümsemiş yeni bir uygarlığın kurulmasına kadar varacaktı.

HAZRETİ MUHAMMED VE İSLAMİYET’İN TEMELLERİ

     Geleceğin İslam Peygamberi Muhammed bin Abdullah, 570 yılı civarında Mekke'de doğdu. Hayatının ilk yıllarında, daha sonraki yılların becerikli devlet adamı ve güçlü peygamberini işaret edecek bir özelliği yoktu. Kureyş aşiretinin bir kolu olan Haşim aşiretine doğmuştu. İki yaşında öksüz kalan Muhammed, amcası Ebu Talib tarafından büyütüldü. Gençliğinde kervan ticaretiyle meşgul oldu, ayrıca Şam'a gitmiş olabilirdi. Yirmili yaşlarında zengin bir dul olan Hatice'yle evlenince maddi durumu düzeldi. Hatice'nin İslamiyet tarihinde şerefli bir yeri bulunur; Muhammed'in ardından yeni dini kabul eden ilk kişiydi ve Mekke halkının çoğunluğunun onun peygamberliğine karşı çıktığı ilk yıllarda kocasına destek olmuştu.
     Muhammed dürüst ve güvenilir bir insan olarak saygı görüyorsa da tüccar, eş ve Hatice'nin dört kızına baba olarak gayet sıradan bir hayat sürmekteydi. Ancak kırk yaşına yaklaştığında tavırları birden değişti. Mekke'den kimi zaman günlerce olmak üzere sık sık ayrılıyor, şehir dışındaki dağlarda tek başına düşünmeye gidiyordu. Bazıları, Muhammed'in orada Mekke toplumuna musallat olan sorunlara kafa yorduğunu ve bunları düzeltme yollan aradığını iddia etmişlerdir. Hira Dağı'ndaki bu tek başına beklediği günlerden birinde, Allah'tan meleği Cebrail aracılığıyla Muhammed'e bir emir gelerek, kendisine iletilecek ilahi mesajları Mekkelilere iletmesi söylendi. O gece, Arapların hayatını değiştirecek ve evrensel bir tek tanrılı dinin ortaya çıkışını doğuracak bir hareket başlamış oldu.
     Muhammed'e hayatının geri kalan yirmi iki yılında indirilen vahiyler, arkadaşları tarafından kaydedildi, ezberlendi ve daha sonra İslam dininin temelini oluşturan tek bir kitap -Kuran- olarak toplandı. Kuran, hem form hem de içerik bakımından kutsal bir kitaptır. Sadece Allah'ın emirlerini içermekle kalmayıp, Allah'ın doğrudan doğruya kelamını temsil ettiğinden dili kutsaldır ve değiştirilemez. Kuran'ın indirilmesinin başladığı geceden sonraki yüzyıllar boyunca Müslüman olmayanlar, özellikle İslamiyet'in kendileri açısından en büyük tehdidi oluşturduğu Hıristiyan ve Yahudi tek tanrıcılar, Kuran'ın Hz. Muhammed'in değil de, Tanrı'nın sözlerini içerdiği fikrini kabul etmekte güçlük çekmişlerdir. Burada önemli olan, dini gerçekler konusundaki iddiaları tartışmak değil, Hz. Muhammed'in deneyiminin derinliği ve bu deneyimin iletildiği tamamen inandırıcı dil üzerinde durmaktır. Kuran'ın sureleri, özellikle de Mekke'de indirilenler, daha önceki varlığını aşan ve kendini seçildiğine inandığı role, yani Tanrı'nın Peygamberliği'ne bağlı bir kişiyi ortaya çıkarmaktadır.
     Muhammed'in peygamberliği iki döneme ayrılabilir: Mekke dönemi (610-622) ve Medine yılları (622-632). Hayatının bu iki döneminde Muhammed'in konumundaki değişiklik, vahiylerin üslup ve içeriğinde yansır. Kuran, sureler dizisi halinde indirilmiş ve surelerin uzunluğuna göre düzenlenmiş; en uzunu başa, en kısası sona yerleştirilmiştir. Daha kısa sureler, Muhammed'in inancın teolojik temellerini oluşturmaya yoğunlaştığı Mekke yıllarına aittir. Mekke döneminin en temel öğesi, uzlaşmasız bir tektanrıcılıktır. İlk Mekke vahiylerinden biri şöyledir:
De ki: O, Allah birdir, Allah sameddir, O, doğurmamıştır ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur. ( 112. Sure)
     Arapça tek Tanrı'yı ifade eden Allah sözcüğü, İslamiyet'in olduğu kadar Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın tek tanrılarını da kapsamaktadır. Bu yüzden, Allah terimini sadece İslami bağlamda değerlendirmek yanlıştır. Kuran'ın her şeye kadir tanrısı, insan yaratıklarından ne istiyordu? Mekke'de inen vahiylerde, ibadet ve davranışlarında belli kalıplara uymaları istenmekteydi. Kullar O'nun iradesine boyun eğecekler ve yeryüzünün nimetlerinin sağlayıcısı olarak ona minnetlerini göstereceklerdi. İbadet konularına ek olarak Tanrı, insanların günlük sosyal alışverişlerinde birbirlerine nasıl davranmaları gerektiği konusunda da emirler indirmişti. Mekke halkını toplumda kendilerinden daha talihsiz olanlara karşı dikkatli olmaları ve servet arayışlarında daha ılımlı davranmaları için uyarıyordu. Muhammed'in devrindeki Mekke'nin uygulamaları karşısında Tanrı'nın hoşnutsuzluğu şu önemli metinde görülür:
Hayır, siz öksüzü ağırlamazsınız,
siz yoksula doyurmayı öğütlemezsiniz,
siz çok daha miras yersiniz,
siz malı da çok severek yığarsınız.
(89. Sure)
     Kuran, yardımsever olmayanları kınar ve servetlerinin öteki dünyada son yargıç olacak Allah'ın gazabından kendilerini kurtaracağını sananları uyarır. Kıyamet Günü kavramı, dinin temel öğelerinden biridir. Vahiyler, Mekke halkını eylemleri, tavırları ve hatta en derin düşüncelerinin Kıyamet Günü'nde Allah tarafından değerlendireceği konusunda uyarıyordu. Kuran'ın teolojisi böyle fazla basit ve çok açık seçikti. İnsanlardan, her şeye kadir bir yargı Tanrısının açıklanan iradesine uymaları isteniyordu. Onu kabul edenler ve emirlerini yerine getirenler, cennetle ödüllendirileceklerdi; Tanrı'yı reddedenler ve onun emirlerine itaat etmeyenler, cehennem ateşinde yanacaklardı.
     Muhammed'in vaazları pek az insanı çekmiş ve misyonu Mekke döneminde epey büyük bir muhalefetle karşılaşmıştı. Ne de olsa şehrin toplumsal, ekonomik ve dini yapısına bir tehdit oluşturuyordu. Çünkü Muhammed sadece zengin Kureyşli tüccarların davranışlarını eleştirmekle kalmayıp, Mekke'yi varlıklı bir hac merkezi yapan dini uygulamaları da kınamaktaydı. Yıllar geçip de Mekke muhalefeti horgörüden bedensel zarar tehditlerine dönüşünce, Muhammed ve kendisine inananlar kendilerine daha konuksever bir yer aradılar. Bir süre sonra Yathrib (daha sonra Medine) şehrine yerleşmeleri için davet gelince Muhammed bu çağrıyı kabul etti.
     Mekke'nin 322 kilometre kuzeyinde olan Medine, çeşitli aşiretlerinin kan davalarından ziyadesiyle zarar görmüş olan verimli bir vaha şehriydi. Muhammed oraya arabulucu olarak davet edilmişti ve Medine temsilcileri, onunla birlikte gelecek Müslümanlara korunacağı sözünü vermişlerdi. 622 yılında küçük Müslüman toplumu Mekke'den Medine'ye gitti. Hicret olarak bilinen bu olay İslamiyet'in gelişmesinin dönüm noktasıdır: 622, Müslüman takviminin ilk yılıdır.
     Medine'de yaşadığı on yıl içinde Muhammed'in konumunda çok önemli değişiklikler oldu. Pek az müridi olan ve hor görülen bir peygamberden, küçük bir devletin başı ve bütün Arabistan'ın hakim adamı haline geldi. Bu değişim savaşlar, barış görüşmeleri ve vaazlar sayesinde gerçekleşirken, başarısı Muhammed'in sadece peygamberliğe değil, siyasal önderliğe de hakkı olduğunu doğruluyordu. Muhammed Medine'deki otoritesini, şehrin nüfuzlu kişilerini İslamiyet'i benimseyip kendi liderliğini kabul ettirerek pekiştirdi. Ondan sonra peygamberliğini ve siyasal otoritesini inkar etmeyi sürdüren gruplara karşı önlemler almayı başarabildi. Bu gruplar arasında, Muhammed'in peygamberlik iddiasının meşruluğunu kabul etmeyen pek çok Yahudi aşireti bulunuyordu. Muhammed sonunda bunları Medine'den kovdu, mallarına el koyup Müslüman göçmenler arasında dağıttı.
     Muhammed Medine'deki konumunu güçlendirirken, Mekke'yi de genişleyen İslam toplumuna katma planları yapmaktaydı. Stratejisi Mekke'nin zenginliğinin kaynağı olan kervan ticaretini bozmaktı. Medine'ye gelişinin birinci yılında Mekke kervanlarına baskın düzenlenmesini emretti. İlk baskın, geleneklere göre düşmanlıkların durdurulduğu kutsal hac aylarından birinde yapıldı. Medine Müslümanları içinde eski geleneklere hala saygı duyanların çoğu bu baskından hoşnut kalmadılar. Ancak o sırada inen bir vahiy, inanmayanlara karşı savaşa cevaz veriyor ve İslamiyet'i silah kullanarak yayan bütün Müslümanları, özel nimetleri hak eden insanlar katına çıkarıyordu.
     Muhammed'in kervanlarına yönelik saldırılarına misilleme olarak Mekkeliler de Medine'deki Müslümanlar üzerine seferler düzenlediler, fakat sayıları daha az olan Müslüman güçler her seferinde kendilerini iyi savundular, hatta sınırlı zaferler bile kazandılar. Muhammed bu savaşlardan yaratıcı bir askeri taktisyen olarak çıktı ve Mekkelileri durdurması komşu aşiretler arasında prestijini yükseltti. Bu aşiretlerin pek çoğu İslamiyet'in, mesajını tam olarak anladıkları ya da kabul ettikleri için değil de, Muhammed'le birleşmenin zafer kazandıracağı ve zaferin de savaş ganimeti demek olduğu düşüncesiyle ona sadakat yemini ettiler. Peygamber'in güçlerinin sayısının artması ve aşiretlerle etkili ittifaklar kurması, Mekke ticaretini şehrin refahının ciddi bir tehdide uğradığı noktaya kadar kısmasını sağlamıştı. Muhammed, 630 yılında 10 bin kişilik bir güçle Mekke önlerine vardı; bir devlet adamı özellikleri göstererek, şehir sakinlerine şehri teslim ettikleri ve İslamiyet'i benimsedikleri takdirde canlarının bağışlanacağı, mal mülklerine el sürülmeyeceği sözünü verdi. Kureyş aşiretinin reisleri teklifi kabul ettiler ve Peygamber sekiz yıl önce kaçtığı şehre zaferle girdi. Olayı anlatanlara göre, Muhammed doğruca Kabe'ye gitmiş, putları parçalamış ve orasını Tanrı için kutsal bir ibadet yeri olarak ilan etmişti. Mekke yeni hac merkezi olarak kalacak ve Kabe yeni dinin odak noktası olacaktı.
     Hicret ile Mekke'nin teslim olması arasındaki yıllarda Muhammed'in liderlik rolü giderek daha karmaşık bir hal aldı. Medine, maliyesi, askerleri ve giderek artan sayıda Müslümanlarıyla küçük bir şehir-devlete dönüşmüştü. Kuran'ın içeriği, şehrin artan işlevlerinin nasıl karşılanacağı ve insanların birbirleriyle ilişkilerini nasıl düzenlemeleri gerektiği hakkında talimatlar getirerek değişen durumu yansıtmaktaydı. Bu emirlerle İslamiyet'in her şeyi kucaklayan doğası kurulmuştu. Örneğin Kuran, bir borç anlaşmasının şahit önünde yapılmasını dini bir görev addediyordu ve bunu yerine getirmemek günahtı. Bu yolla evlilik, miras, boşanma ve ticari ilişkiler, Müslümanların dinsel deneyimlerinin birer parçası olmaktaydı. Muhammed, insanın günlük davranış kurallarının Allah'ın indirdiği emirlerle düzenlendiği bir ümmet yaratmıştı.
     Mekke'nin teslim olmasından sonra Arabistan'ı birleşmiş bir devlet olarak görmek abartma olur. Yine de Muhammed'in yarattığı dönüşüm çok önemliydi. Tek bir üstün tanrıyı tanımakta ve onun günlük hayatlarındaki otoritesini kabul etmekte birleşen bir inananlar toplumu anlayışını yerleştirmiş; alkolü ve kan davasını yasaklayan, kadınların hukuksal statülerini tanıyan ve yoksulların korunmasını öngören bir toplumsal ahlak kavramı getirmişti. Ayrıca Muhammed bunu peygamber, devlet kurucu ve sosyal reformcu rolleriyle kişiliğinde birleştirmişti. Günümüzde İslamiyet'in savaşçı unsurları fazla vurgulanmaktaysa da, şu tür Kuran surelerinin önemini akıldan çıkarmamız gerekir:
Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. (Nisa Suresi, 36. ayet)

İLK İÇ SAVAŞ ve RAŞİDUN HALİFELİĞİN SONU
     Halifeliğin kime kalacağı sorunu, ilk fetihlerin heyecanı içinde büyük ölçüde göz ardı edilmişti. Halife Osman, 656'da isyancı Araplar tarafından öldürülünce bu sorun yine baş gösterdi. Sonunda da ancak İslam ümmeti içinde kalıcı bir bölünme doğuracak olan bir iç savaşla çözüldü. Öldürülen Osman'ın yerine Ali seçildi. Peygamber'den sonra Ali, İslamiyet'in kurucularının en çok saygı göreniydi. Peygamber'in kuzeni, kızı Fatma'nın kocası ve İslamiyet'i ilk kabul edenlerin en önde gelenlerindendi. Hatta ümmet arasında Hz. Muhammed'in Ali'nin kendisinin halefi olmasını istediğine inananlar az değildi. Halife seçildiğinde Ali, Arap olsun olmasın, bütün Müslümanlar arasında daha fazla eşitlik isteyen geniş çıkarlar koalisyonunu ve topluluğun liderliğinin Muhammed'in ailesine geri verilmesini arzulayanları temsil ediyordu. Ancak Ali'nin halifelikte hak iddia etmesine, Müslüman Suriye'nin güçlü valisi Muaviye karşı çıkmaktaydı.
     Liderlikte hak iddia eden iki rakibin güçleri, 657'de Siffin savaşında karşı karşıya geldiler. Çarpışmanın sonucu kesin değildi ve Ali de, Muaviye de savaştan önceki durumlarında kaldılar. Savaş sonrasında Ali'nin güçlerinin önemli bir kısmı desteğini çekince, Muaviye kendi kuvvetlerini Suriye ve Mısır'a yayarak Ali'nin halifelikte iddialı olmasını engelledi. Ali aşağı Irak'ta Arapların garnizon şehirlerinden biri olan Kufe'de bir başkent kurduysa da, durumu giderek zayıfladı ve 66l'de öldürüldü. Ali'nin halifeliği kısa ve ihtilaflıydı, ama hiç de önemsiz değildi. Daha sonra göreceğimiz üzere, İslam ümmeti içinde otoritenin meşruluğunun geçerliliğini temsil edecek ve önemli bir Müslüman azınlığın doğrudan Peygamber ailesinden gelen bir cemaat liderini benimseme isteğinin kalıcı sembolü olacaktı. Gerçekten de, Ali'nin ve ailesinin hatırasına bağlılık ve o sırada meydana gelen olaylardaki trajedi öylesine büyük bir canlılık ve tutku yarattı ki, İslam toplumu içinde kalıcı bir bölünmeye yol açtı.

ARAP İMTİYAZLILICINDAN İSLAMİ EVRENSELCİLİĞE:
EMEVİ VE ABBASİ İMPARATORLUKLARI



Harita 2: 11. Yy’a kadar İslam Devletleri

     Ali'nin ölümü İslam toplumunun gelişmesinin birinci aşamasının sonuna, imparatorluğun yeni bir yayılmacılık ve pekiştirilme dönemine girmesininse başlangıcına işaret ediyordu. İmparatorluk boyunca Muaviye halife olarak tanındı ve Emevi hanedanının (661750) kurucusu oldu. Muaviye, başlıca düşüncesi İslamiyet'in yayılması, devlet kaynaklarının idaresi ve hanedanının sağlamlaştırılması olan pragmatik bir hükümdardı. Halifeliği sırasında imparatorluğun siyasal merkezi, küçük kervan şehri Mekke'den, bütün Bizans çağrışımlarıyla eski antik şehir Şam'a taşındı. Muaviye, yönetimde Bizanslıların bazı usullerini benimsedi ve eski Bizans bürokratlarıyla zanaatkarlarını yanına alarak, Arap imparatorluğunun Bizans'ın halefi bir devlet durumuna dönüşmesi sürecini başlattı, böylece halifeliği bir monarşinin unsurlarıyla birleştirmiş oldu. 
     Muaviye'nin halefleri fetihlerle maddi zenginliği Şam'a getirmeye devam ettilerse de, Emevi İmparatorluğu iç kavgalarla sarsılmaktaydı. Karışıklıkların bir sebebi, Emevi yönetici seçkinlerinin benimsediği Arap imtiyazlılığı politikasıydı. Emeviler kendilerini Arap kökenli olarak görüyorlardı ve imparatorluğun mali ve sosyal işlerini Arapları kayırarak, sayılan giderek artan Arap olmayan Müslümanlara karşı ayrımcılık yapacak şekilde yönetmekteydiler. Bunun yarattığı huzursuzlukla 750 yılında patlak veren bir isyan, Emevi hanedanını yıktı ve onların yerini yeni bir hanedan olan Abbasiler aldı.
     Abbasiler halifelik makamını 750'den 1258'e kadar ellerinde tuttular. Abbasiler döneminde kahramanca fetih çağı, yerini idari kurumların, ticari girişimlerin ve bir hukuk sisteminin gelişmesine bıraktı. Bürokrat, şehirli tüccar ve alim yargıç, toplumun gözde unsurları olarak Arap savaşçısının yerine geçti. Yüzyılların kültürel ve dini geleneklerinin karışımı olan coğrafi merkezde fetihlerin pekiştirilmesi, Ortadoğu'nun mevcut kültür ve dinleri ile Arabistan'dan gelen dinamik enerjiyle karmaşık bir etkileşimle sonuçlandı. Doğan yeni ve capcanlı İslami uygarlık, Abbasi İmparatorluğu'nun başarılı halifelik döneminde (750-945) ilk ama son olmayacak ifadesini buldu.
     El Mansur (754-775), Harun el-Reşid (786-809) ve El-Meymun (813-833) gibi halifelerin temsil ettikleri Abbasi İmparatorluğu'nun ilk 150 yılı, nispeten siyasal istikrar, büyük ekonomik refah ve merkezi İslam topraklarında giderek artan bir evrensellik dönemiydi. Bu koşullar, zengin ve çok çeşitli bir uygarlığın gelişme imkanını yarattı. Abbasiler, Emeviler döneminde huzursuzluk yaratan Arap imtiyazlılığı politikasını terk ettiler. Onun yerine, etnik kökenleri ne olursa olsun bütün Müslümanların eşitliğini kabul eden evrenselci bir politika benimsediler. Bu tutum şehir hayatının canlanması ve ticari faaliyetlerin genişlemesiyle birleşince, fethedilen ülke halklarından Müslüman olanlar, devletin ekonomik ve siyasal hayatına tam olarak katılarak giderek büyüyen bir kozmopolitlik doğurdular.
     Abbasilerin evrenselciliği, imparatorluk başkentinin, Arap çoğunluğa sahip olan Şam'dan, halife El-Mansur'un Dicle'nin batı kıyısında yeni inşa ettiği Bağdat'a taşınmasıyla da simgeleşmiş oldu. Bu değişiklik İslamiyet'i, siyaset merkezini mutlak monarşide ve bürokraside uzman olan İran imparatorluk gelenekleriyle daha doğrudan ilişkiye sokarak, Arap ve Bizans deneyimlerinin İslami devlet üzerindeki etkisini arttırdı. Abbasi yönetimi, Sasani hükümetini model almaktaydı ve giderek genişleyen bürokratik yapısında, daha fazla Müslümanlığı seçmiş İranlı görevlendirmeye başlamıştı. Sasani uygulamalarının halifelik makamında da bir etkisi oldu. Raşidun dönemi halifeleri eşitler arasında birinciydiler ve Hz. Muhammed'in sergilediği örneğe uygun, alçakgönüllü bir yaşantıları vardı. Bu basitliğin vurgulanması, daha sonra halktan uzaklaşan ve Şam'daki hazineye akan zenginliklerden yararlanan, danışmanlıklarını azaltıp otoriterliklerini arttıran Emeviler döneminde değişti. lran'ın mutlak 'kralların kralı' fikrine daha açık olan Abbasi hükümdarları, halifeliği seleflerinden çok daha ileri götürerek mutlakiyetçi monarşiye taşıdılar. Abbasi halifeleri lüks saraylarda yaşarlar, en yakın saray erkanı ve danışmanları dışında halktan uzak dururlardı. Kendilerini sadece Hz. Peygamber'in halefleri değil, 'Allah'ın yeryüzündeki gölgesi' sayarlardı; tebaları üzerinde uyguladıkları muazzam gücü böyle meşrulaştırıyorlardı. Sonuçta, Abbasilerin siyasal otorite sorununa çözümleri, yönetimi merkezileştirmek ve İslam ümmetinin hem ruhani başı hem de laik kralı güçlerini elinde tutan mutlak bir hükümdarın eline teslim etmek oldu. 750 devriminden sonra bu Abbasi formülü iki yüzyıla yakın bir süre boyunca gayet iyi işledi ve imparatorluğa daha önce görülmemiş bir refah, göz kamaştırıcı entelektüel başarı ve halifelik mutlakiyetçiliğinden yararlananların geniş kabulüne dayanan bir siyasal istikrar getirdi.
     Ancak hiçbir hükümdar, Fas'tan Hindistan'a kadar uzanan bir imparatorluğu mutlak anlamda denetimi altında tutamazdı. 8. yüzyıl sonralarında Kuzey Afrika, Bağdat otoritesinden sıyrılarak özerk İslam devletlerinden meydana gelen bir bölgeye dönüştü. 9. yüzyılda İran'ın çeşitli yerlerinde bağımsız ve çoğunlukla kısa ömürlü hanedanlar doğup battı. Ancak yeni güç merkezlerinin ortaya çıkmasına rağmen Abbasi halifeleri, 10. yüzyıla kadar Ortadoğu'nun hakim hükümdarları olarak kaldılar ve Bağdat'taki imparatorluk sarayı, İslamiyet'in yerleştiği geniş topraklardaki taşra başkentleriyle hanedanlara model oluşturdu.




TARİH SAHNESİNDE YÜKSELEN GÜÇ: OSMANLI İMPARATORLUĞU

     Müstakbel Osmanlı İmparatorluğu, 13. yüzyıl Moğol istilalarının ardından kurulan küçük Anadolu beyliklerinden biridir. Bu Türk beylikleri İslam savaşçı devletleri olup, Hıristiyan Bizans'la süregelen askeri çatışmaları dini sebeplerden olduğu kadar maddi kazanç elde etme arzusundan kaynaklanmaktaydı. İslami toprakları genişletme amacıyla Müslüman olmayanlara karşı yürütülen savaş olan gaza geleneği, Müslüman sınır savaşçıları olan gaziler arasında itici güçtü ve gazilik ruhu Osmanlı İmparatorluğu'nun ortaya çıkmasında kesin bir rol oynamıştır. 15. yüzyılda bir Osmanlı şairi, gaziyi şöyle tanımlamıştır: "Tanrı'nın dininin aracı, Tanrı'nın yeryüzünü çok tanrılılık pisliğinden temizleyen hizmetkarı; gazi, Tanrı'nın kılıcıdır, müminlerin koruyucusu ve sığınağıdır. Tanrı'nın yolunda şehit olursa öldüğüne inanmaz."[2] Sınır savaşçıları arasında gazi özellikleri motive eden bir unsursa da, bu tek unsur değildi. Savaş ganimetini ve geçici gücü elde etmek, aşiretleri de reislerini de harekete geçirmekteydi. Aşiret liderleri Bizans sınır karakollarına olduğu kadar rakip bir Müslüman gücüne de saldırmaya hazırdılar.
     Gazi güçleri çoğunlukla aşiret üyeleriyse de, Türk beyliklerinin yöneticileri, yerleşmiş İslam imparatorluklarının saray hayatını taklide çalışırlardı. Topraklarında şeriatın uygulanmasını sağlamak için kadılar atayarak ve İslami bilgi kurumları kurarak İslam şehri uygarlığı tarzını benimsemişlerdi. Gazilerin başıboş sınır savaşları ile liderlerinin yüksek İslam geleneklerini uygulamayı benimsemelerinin bir araya gelmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nu şekillendiren bir başka unsurdu.
     Osmanlı devletinin erken tarihi konusunda pek çok nokta karanlıkta kalmış olmakla birlikte, başlangıcı genellikle küçük gazi beyliklerinden birinin Türk reisi olan Osman'ın başarılarına kadar geri götürülebilmektedir. 1300'lü yılların başında Osman'ın gazi savaşçıları Bizans kuvvetlerine karşı bir dizi askeri başarı elde ettiler. Bu zaferler Osman Bey'in ününü arttırdı ve diğer aşiretlerle beyleri topraklarına çekti. Osman Bey'in emrindeki giderek artan askeri güç, onu ve oğlu Orhan'ı kuzeybatı Anadolu'daki topraklarını genişletmeye yöneltti. Orhan Bey 1326'da Bursa şehrini Bizanslılardan alarak, yeni devletinin başkenti yaptı. Dahası, kendi sikkesini kestirerek bağımsızlığını ilan etti ve bir medrese kurup, kendisini 'gazinin oğlu gazi' olarak tanımlayan bir yazıtı bulunan bir cami inşa ettirerek, fetihlerinin ardındaki İslami itici gücü doğruladı. Orhan'ın gazi beyliği, bir sınır topluluğundan yerleşik bir devlete geçişi yaparken, halkı da aile adı olan Osmanlılar olarak anılmaya başlandı. Bir tek hanedana bağlı olma duygusunun yarattığı dayanışma ve sadakat duyguları giderek aşiret bağlılıklarının yerini alacaktı.
     14. yüzyıl ortalarına gelindiğinde Osmanlılar Marmara denizi kıyılarına varmışlardı; suyun karşı tarafında İslam hükümdarlarının erişemedikleri Hıristiyan Avrupa uzanıyordu. Ama bu topraklar Osmanlıların erişemeyecekleri yerler değildi. Bundan sonraki iki yüzyıl içinde güneydoğu Avrupa'nın tamamı doğrudan Osmanlı kontrolüne geçti. Osmanlıların 14. yüzyıldan 16. yüzyıla kadarki fetihleri, 700 yıl önceki Arap fetihlerinden daha az önemli değildi. Osmanlılar İslam nüfuz alanına yeni Avrupa topraklan katmakla kalmamışlar, İslamiyet'in doğduğu Arap topraklarını da hakimiyetleri altına almışlardı.
     Osmanlı devletinin bir dünya devletine dönüşmesi üç başarılı askeri seferle açıklanabilir. Birincisi, yüzyıllardır Müslüman komutanların elde edemedikleri Konstantinopolis'in fethiydi. Sultan 2. Mehmed'in (sonradan Fatih olarak anılacaktır) ordusu, uzun bir kuşatmanın ardından 29 Mayıs l 453'te Bizans başkentine girerek, Konstantinopolis'in doğu Hıristiyanlığının sembolik merkezi olarak rolünü sona erdirdi. Bundan sonra adı İstanbul olan şehir, Osmanlı devletinin başkenti oldu, Fatih'in yeniden imar ve yeniden iskan programlarıyla eski görkemine kavuştu. Osmanlı topraklarındaki halk İstanbul'a yerleşmeye teşvik edildi, hatta bazen zorlandı ve Fatih Sultan Mehmed'in hükümdarlığının sona erdiği 148l'de şehir, yine nüfusu 100 bini geçen kozmopolit bir metropol haline gelmiş durumdaydı.
     İstanbul, Osmanlı yüzyıllarında gelişmeye devam etti ve 16. yüzyılın sonunda 700 bini aşan nüfusuyla Avrupa'nın en büyük şehri oldu; aynı zamanda, mimari açıdan soluk kesen şehirlerden biriydi. 2. Mehmed ve halefleri İstanbul'u anıtsal dini yapılar ve saraylarla dolduran çok büyük inşaat programları yürüttüler ve çağın birinci İslam imparatorluğunun başkentine layık bir görünüme kavuşturdular. Saray mimarı Sinan, 16. yüzyılda geniş kubbeleri, ince minareleri ve geometrik külliyeleriyle klasik Osmanlı stilini mükemmeliyete eriştirdi. İstanbul, Osmanlı servet ve gücünü sembolize eden görsel bir anıtsallığa kavuştu.
     İstanbul'un fethi Osmanlılara Karadeniz ve doğu Akdeniz'i hakimiyetleri altında tutabilecekleri eşsiz bir stratejik üs sağlamıştı. Ancak bu konumlarından tam olarak yararlanmak için bir donanmaya ihtiyaçları vardı; donanma olmadan İtalyan şehir-devletlerinden kurtulamazlar, özellikle de Venedik'ten deniz ticaretinin kontrolünü alamazlardı. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed İstanbul'da tersaneler kurdu; hakimiyeti altındaki kıyı bölgelerinden usta marangozları, tüccarları ve denizcileri topladı ve sonunda Venedik'i doğu Akdeniz'den süren, Osmanlıları Adriyatik'ten Karadeniz'e kadar üstün deniz gücü yapan bir donanma kurdu. Bu donanma Osmanlıların doğuda Rodos (1522) ve Kıbrıs'tan (1570), ortada Girit olmak üzere stratejik Akdeniz adalarını fethetmelerine ve kontrollerini Cezayir (1529) ve Tunus (1574) olmak üzere Kuzey Afrika'ya kadar genişletmelerine imkan tanıdı.
     Başarılı bir donanmanın yaratılmasının yanı sıra Osmanlı kara ordusu da, yapılan düzenlemelerle 16. ve 17. yüzyılların en büyük askeri gücü haline gelmişti. Osmanlı askeri gücünün temelinde, barutlu silahların geliştirilmesi ve yaygın bir şekilde kullanılması yatıyordu. Fatih daha 1453'te Konstantinopolis'in surlarında gedik açmak için devasa kuşatma topları kullanmıştı. Onun ardından gelen yıllarda Osmanlılar, özel ihtiyaçlarına uygun top teknolojisi uyarlamışlar, özellikle de uzak savaş alanlarına arabalar üzerinde nakledilebilen hafif sahra toplan geliştirmişlerdi. Bu silahlar piyadeleri hala çoğunlukla mızraklarla savaşan Avrupa'nın feodal ordularına karşı yıkıcı bir etkiyle kullanılmaktaydı. Osmanlılar buna ek olarak, kendi piyadeleri olan Yeniçerileri ateşli silahlarla öylesine donatmışlardı ki, 16. yüzyılda orduları dünyanın diğer bütün ordularından daha çok silaha sahip olacaktı. Bu teknik üstünlükler Osmanlıların hem Avrupa hem de Ortadoğu ordularını defalarca yenmelerini sağladı. Ancak Osmanlı askeri başarısının tek sebebi, üstün silah teknolojisi ve savaş eğitimi değildi. Son zamanlarda yapılan araştırmalara göre, Osmanlı ordusunun genel durumu düşmanlarınkilere kıyasla gayet ileriydi. Osmanlı askerleri zamanın diğer ordularından daha iyi ve daha sık besleniyorlardı ki, bu da Osmanlı askeri profesyonelliğinin derinliğinin bir başka örneğiydi.
     Osmanlılar çabalarını Hıristiyan Avrupa'da yayılmaya odaklamışlarsa da, İran'ın Safevi İmparatorluğu'nun ilerlemesini durdurmak için ordularını düzenli olarak doğuya da göndermekteydiler. Bu seferler Osmanlı dünya devletinin büyümesinin ikinci örneğidir. Sultan 1. Selim 1516'da Osmanlı ordusunu doğuya yönelttiğinde, amacının Safevi başkenti Tebriz'i almak olduğu sanılıyordu. Ancak o, merkezi Mısır'da olan ama Suriye ile güney Anadolu'nun bazı bölgelerini de kontrolü altında tutan Memluk İmparatorluğu'nun oluşturduğu tehdidi ortadan kaldırmaya karar verdi. Osmanlı ordusu Memlukleri Suriye' den kolayca çıkardı ve 1. Selim, 1517 yılı başlarında ordularını Sina Yarımadası'ndan geçirerek Kahire'yi ele geçirdi. Bu ani hareket Osmanlıların Arap İslamının klasik merkezlerinin çoğunu almasını getirip, Arap ve Osmanlı İslami geleneklerinin birleşmesi sonucunu doğurdu.
     Osmanlıların Arap topraklarını fethetmesi, padişahları evrensel İslam toplumu içinde en üstün hükümdar durumuna yükseltmişti. Osmanlı sultanları Mekke ve Medine kutsal şehirlerinin koruyucusu olarak kabul edilince, yıllık haccın güvenliğini sağlama görevini de üstlenmiş oldular. Bu yükümlülüğü yerine getirmek ve aynı zamanda Portekiz'in denizdeki ticaret imparatorluğunu sınırlamak amacıyla Sultan Selim, bir Kızıldeniz donanması kurulmasını emretti. Osmanlılar Hint Okyanusu'nda Portekizlilerle rekabet edemiyorlardı, ama Mısır'a hakim olmaları, Kızıldeniz'de hegemonyalarını kurup Yemen'i imparatorluğa katmalarını sağladı. Mısır'ın işgali, getirdiği ticari ve stratejik yararların yanı sıra, Osmanlı hükümdarlarına halife unvanım da getirmişti. İnanıldığına göre, Moğolların 1258'de Bağdat'ı ele geçirmeleri sırasında Abbasi hanedanından biri kaçıp Kahire'ye gitmiş, burada kendisi ve soyundan gelenler Memlukler tarafından korunmuşlar ve meşru halife olarak kabul edilmişlerdi. Osmanlıların Mısır'ı fethetmelerinden sonra halife İstanbul'a götürüldü ve yine söylentilere göre, unvanım Selim'e ve Osmanlı hanedanındaki haleflerine devretti. Osmanlı sultanları bu epey kuşkulu halifelik hakkını pek kullanmadılar, ancak 19. yüzyılda Avrupa emperyalizmine karşı koyma çabalarında evrensel Müslüman desteği elde etmek için bu unvan nakli efsanesini yeniden canlandırdılar.
     Başarılı Osmanlı yayılmasının üçüncü örneği, Osmanlı hükümdarlarının en kudretlisi olan Kanuni Sultan Süleyman'ın (1520-1566) Avrupa'ya düzenlediği seferlerdir. Kanuni, doğu cephesinde ve denizde önemli askeri zaferler kazanmışsa da, Osmanlı sınırlarım Avrupa'nın içlerine kadar taşımak isteyen gazi ruhuna sahipti. Kanuni 1520'de önemli bir kale şehri olan Belgrad'ı ele geçirdi ve Belgrad bundan sonraki Osmanlı seferlerinin başlıca hareket merkezi oldu. 1520'lerde Budapeşte ve Macaristan'ın büyük kısmı Osmanlı hakimiyetine geçti. Kanuni 1529'da bir Osmanlı ordusuna Tuna'yı geçirtip Hapsburg imparatorluk başkenti ve orta Avrupa'mn kapısı olan Viyana'yı kuşatarak Hıristiyan alemini dehşete düşürdü. Viyana'nın etekleri yakılıp yıkıldıysa ve şehir surlarında gedikler açıldıysa da, şehir kış yaklaşıp da Osmanlı ordusu İstanbul'a geri dönmeye başlayana kadar direndi. Daha sonraki yıllarda Kanuni'nin Avrupa seferleri Osmanlıların Macaristan ve Sırbistan'da hakimiyetlerini pekiştirirken, padişah Viyana'yı ikinci bir kez kuşatamadı. Orta Avrupa, Osmanlı yayılmacılığının dışında kaldı. Ancak o sınırların içinde kalan bölge -Tuna'dan Yemen'e, Arnavutluk'tan Karadenizin kuzey kıyılarına ve Cezayir'den Bağdat'a kadar- o kadar büyüktü ki, Kanuni'nin 1566'da ölümünde Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa'nın, Akdeniz'in, Ortadoğu'nun ve Basra Körfezinin ep büyük devleti konumundaydı. 16. yüzyılın sadece önde gelen İslam devleti değil, çok büyük etkinliğe ve muazzam toprağa sahip bir dünya imparatorluğuydu.


Harita 3: Osmanlı İmparatorluğu


I.DÜNYA SAVAŞI ve OSMANLI DÜZENİNİN SONU

     Avusturya Arşidükü Ferdinand'ın 28 Haziran 1914'te Saraybosna'da öldürülmesi Avusturya'nın Sırbistan'ı işgal etmesine yol açtı. Avusturya işgali Avrupa ittifak sistemini harekete geçirince, Ağustos ayı geldiğinde kıtanın tamamı savaşa girmiş oldu. Üçlü İttifak (İngiltere, Fransa ve Rusya) İtilaf Devletleri olan Almanya ve Avusturya-Macaristan'la karşı karşıya geldiler. Avrupa savaşa hazırlanırken Osmanlı kabinesi alınacak tutum konusunda bölünmüştü. İttihat ve Terakki liderlerinin çoğunluğu tarafsızlığı savunurken, hükumet içindeki bazıları Avrupa savaşını Osmanlıların geleneksel düşmanı Rusya'yı vurmak adına bir fırsat olarak görüyorlardı. Sonunda imparatorluğun İtilaf Devletleri'ne katılma kararını, İttihat ve Terakki'nin içindeki küçük bir grubun lideri olan Alman dostu Enver Paşa verdi. 2 Ağustos l9l4'te Enver Paşa Rusya'ya karşı gizli bir Osmanlı-Almanya ittifakı kurdu; Osmanlı donanması 29 Ekim'de Karadeniz'deki Rus limanlarını bombardımana tutunca ittifak harekete geçti. Osmanlı İmparatorluğu, pek çok savaşının sonuncusu olacak savaşa girmişti.
     Osmanlı İmparatorluğu savaşta yenilmiş ve barış anlaşmalarıyla parçalanmışsa da, topyekun savaşı dört yıl sürdürmesi, sivil ve asker nüfusun Osmanlı düzenini savunmaktaki inatlarının kanıtıydı. 1 milyondan fazla Osmanlı askeri seferberliğe katılmıştı ve Osmanlı orduları çeşitli cephelerde önemli zaferler elde etmişlerdi. İttihat ve Terakki hükümetinin programlan, ülke içinde sadece hızlı dönüştürücü etki yaratmakla kalmayıp, Türkiye cumhuriyetinin gelecekteki gelişmesinde de uzun vadeli etkiler doğurmuştur. İTP'nin imparatorluğun yabancılar ve yerel dini azınlıklara ekonomik bağımlılığını kırma girişimleri, bu değişikliklerin önemli bir örneğidir. İmparatorluğun ticareti ve yatırımlan, çoğunlukla hükümetleri Osmanlılarla savaşta olan İttifak (Antant) devletleri şirketlerinin elinde olduğundan, savaş zamanına özgü ekonomi politikalar uygulanması da mutlak bir gereklilikti. Bu yüzden İTP, l914'te kapitülasyonları iptal etti, koruyucu gümrük tarifeleri getirdi ve yabancı şirketleri Osmanlı adli sistemine sokacak ve Osmanlı vergi mükellefleri yapacak önlemler aldı. İttihat ve Terakki'nin devlet ihalelerini Türk Müslüman girişimcilerine verme politikasıyla, bu ekonomik bağımsızlık iddiasında bir adım daha atıldı. Bu kişilerden bazılarının savaşta ticaret ve nakliye alanlarında büyük paralar kazanmaları bir Türk Müslüman burjuvazisi yaratmadıysa da, Müslüman tüccarlar adına uygun yatırım fırsatları sağlanarak Avrupalıların ve onların yerel Hıristiyan ortaklarının avantajlarına bir kısıtlama getirilmiş oldu.
     Savaş Osmanlı toplumsal düzeninin dönüşümünü de hızlandırdı. Çok sayıda erkeğin askere alınması yüzünden kadınlar devlet memurluklarına ve belli başlı mesleklere girmeye başladılar. İttihat Terakki, 1917’de yeni bir aile yasası çıkartarak değişen koşullan tanımış oldu. Yasaya göre şeriat mahkemeleri adalet nezaretine bağlanıyor ve böylece laik bir devlet kurumu, din kurumunun elinde kalan son yetki alanları olan aile hukukunu ve kişisel statüyü kontrolü altına alıyordu. Dini otoriteden laik otoriteye geçiş, yeni yasanın kadınlara boşanma davası açma hakkının tanınması ve çokevlilik uygulamasının sınırlarının daraltmasıyla vurgulanmaktaydı.
     Savaş, Osmanlı İmparatorluğu'nun bölünmesi ve Arap eyaletlerinin İngiltere ve Fransa tarafından işgal edilmesiyle son buldu. Ancak Osmanlı yenilgisinin ardından Anadolu'da bağımsız bir Türkiye cumhuriyeti kurulmuştu. Yeni cumhuriyet ayakta kalmasını eğitimli asker, subay ve bürokrat sayısını arttırmakla kalmayıp, halkın toplumsal değişime ve böylece l920'lerin geniş reformlarına hazırlıklı olduğu atmosferi doğuran Osmanlı döneminin savaş çabalarına borçluydu.


Harita 4: 1914’te Osmanlı İmparatorluğu

Şerif Hüseyin ibn Ali ve Arap isyanı
     Osmanlıların savaşa girmesinin İngiltere çevrelerinde yarattığı kaygıların başında lslami dayanışma sorunu gelmekteydi. Halife-Sultan'ın İttifak devletlerine cihat ilanı, İngiltere'nin Hindistan yolunda olduğu kadar Hindistan içinde de huzursuzluk yaratabilirdi. İngiliz makamları İttifak devletleriyle işbirliği yapacak ve böylece Osmanlı halife-sultanının prestijini sarsacak önemli bir Müslüman aradılar. Sonra da aradıkları kişinin Mekke emiri Şerif Hüseyin ibn Ali olabileceğini düşündüler. 1. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu tarihinin büyük bir kısmı İngiltere'nin Şerif Hüseyin'e vaatlerinin yorumu üzerinde döndüğünden, bu tekliflerin gelişmesini, hangi bağlamda yapıldıklarını ve bunlardan doğan hareketleri anlamak önemlidir.
     Osmanlı İmparatorluğu'nda en prestijli Arap-İslam makamı, Mekke emirliğiydi. Emir, kutsal Mekke ve Medine şehirlerinin koruyucusuydu. Aslında bölgenin idari işleri ve askeri güvenliği Hicaz'ın Osmanlı valisi tarafından sağlanmaktaysa da, Mekke emirinin iki kutsal şehri koruma ve haccın güvenli bir şekilde yapılmasını sağlama sorumluluğu kendisine garip bir özerklik vermekteydi. Ayrıca Mekke emiri, Hz. Peygamber soyundan geldiğini iddia eden ailelerden seçilir ve şerif unvanını taşırdı. Hüseyin ibn Ali (1855-1931) Haşimi ailesinden geliyordu ve emirliğe 1908'de il. Abdülhamid tarafından seçilmişti. İttihat ve Terakki'ye siyasal ve dini sebeplerle güvenmeyen Hüseyin, makamında ilk yıllarını kendisine İstanbul'a karşı daha fazla özerklik kazandıracak aşiret ittifakları ağı kurarak geçirdi. Tam bir 18. yüzyıl derebeyi gibi, Mekke emirliğinin ailesi içinde babadan oğula geçmesini sağlayacak yeterli güç elde etmeyi umuyordu. 1. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla bu geleneksel -ve sınırlı- hedefler aniden uluslararası diplomasi sahnesine fırladı.
     Hüseyin'in kendisinden kuşkulandığı kadar kendisi de Hüseyin'den kuşkulanan İttihatçı hükümet, onu cihada destek vermeye ve aşiretlerden topladığı vergilerle Osmanlı savaş çabasına katkıda bulunmaya ikna etmeye çalıştı. Şerif bir süre oyalama taktiğine başvurdu. Kişisel emellerini Osmanlılığı desteklemekle mi, yoksa başka seçenekleri kovalayarak mı karşılayabileceğine henüz karar verememişti. Hüseyin 1915 Temmuz ayında Mısır'daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Henry McMahon'a bir mektup göndererek, İngiltere'yle ittifaka girip kendi Osmanlı hükümetine başkaldırma koşullarını bildirdi. Böylece ünlü Hüseyin-McMahon yazışması (Temmuz 1915Mart 1916) başlamış oldu ki, İngiltere'nin bağımsız bir Arap devletini desteklemeye söz verip sonra da sözünden caydığı büyük tartışmasının temelinde bu on mektup yatmaktadır.
     İngiltere, Hüseyin kadar önemli bir Müslüman müttefik bulma fırsatının yanı sıra, Osmanlılara karşı bir Arap ayaklanması fikrini kabul edebilirdi; bunun üzerine McMahon'a, Hüseyin'in girişimini sürdürme talimatı verildi. Yazışmalarda en çekişmeli konu, sınırlardı. Bütün Arap halkını temsil ettiğini iddia eden Hüseyin, Osmanlılara karşı silahlı ayaklanma karşılığında İngiltere'nin Arabistan Yarımadası, Büyük Suriye (Lübnan ve Filistin dahil) ve Irak vilayetlerini -yani, Mısır'ın doğusundaki Arapça konuşulan dünyayı- kapsayan bağımsız bir Arap devletinin tanınmasını istiyordu. İngiltere ise, kendi gelecekteki çıkarlarının yanı sıra müttefiki Fransa'nın çıkarlarını da korumanın peşindeydi. Hüseyin'e Şam, Humus, Hama ve Halep çizgisinin batısında kalan bölgenin halkının tamamen Arap olmaması yüzünden, önerilen Arap devletine giremeyeceği bildirildi. McMahon'ın Hüseyin'e Suriye kıyılarını vermemesinin gerçek sebebiyse, bu bölgeyi Fransa'nın istemesiydi.
     Yazışmalar boyunca Hüseyin bu önerileri reddederken, McMahon da ısrarından vazgeçmeyecekti. Sonunda konunun savaştan sonra görüşülmesine karar verildi. Ancak Hüseyin, Suriye kıyılarındaki hak iddiasından asla vazgeçmeyeceğini açıkça belirtmişti. McMahon, Hüseyin'in Irak'ın Bağdat ve Basra vilayetlerine dair tekliflerinde İngilizlerin varlığına ayrıcalık sağlamaya çalıştı. Hüseyin bu toprakların Arap mirasının ayrılmaz parçalan olduğunda ısrar ettiyse de, savaştan sonra istikrarlı bir yönetim kurulana kadar İngilizlerin geçici işgaline razı oldu. McMahon da, Suriye konusunda gelecekte yapılacak görüşmeler ve Irak'ın bazı bölgelerinde İngiliz varlığını kabule bağlı olarak Hüseyin'in toprak taleplerini kabul edip, "Büyük Britanya, Mekke Şerifi'nin önerdiği sınırlar içinde kalan bölgedeki bütün Arapların bağımsızlığını tanımaya ve korumaya hazırdır,"[3] sözünü verdi.
     İngiltere, savaştan sonra bağımsız bir Arap devletini tanımayı kabul etmenin yanı sıra, Hüseyin'e Osmanlılara karşı ayaklanması için malzeme, silah ve para verecek ve ilan edildiği takdirde bir Arap halifesini tanıyacaktı. Buna karşılık Hüseyin, devlete karşı topyekun silahlı ayaklanma başlatacak ve Osmanlı rejimini İslamiyet'in düşmanı olarak niteleyecekti. Her iki taraf da emellerine kavuşmuş görünüyorlardı. Hüseyin'in emelleri bir Büyük Devlet garantisiyle desteklenmişti, İngiltere de değerli bir Müslüman müttefik kazanmıştı. Ancak bazı toprak anlaşmalarının kesinlik kazanmamış olması, gelecekte İngiltere'nin vaadinin gerçek niyetleri hakkında patlak verecek tartışmaları kaçınılmaz kılmaktaydı. Şerif Hüseyin bu durumun farkındaydı: Müttefiklerin kabul edeceklerinden çok daha büyük bir Arap devleti istediğini ve o devletin sınırlarının gelecekte pazarlığa yol açacağını biliyordu. Yine de McMahon'ın mektuplarındaki bütün çekinceleri dikkate aldığı takdirde bile, kendisine Arabistan' da, Suriye içlerinde, Irak'ta ve Filistin'de bağımsız bir Arap devleti vaat edildiğine inanmak için geçerli sebepleri vardı. McMahon'ın dili o kadar karışık ve belirsizdi ki, Filistin'in gelecekteki bağımsız Arap devletinin bir parçası olup olmadığı hakkında çok çelişkili yorumlar yapılmıştır. Yazışmalarda Filistin'den özel olarak söz edilmemişti; ancak İngiliz yetkililer daha sonra bölgenin Fransa'ya ayrılan Suriye kıyılarına dahil olduğunu ve McMahon'ın sözünü ettiği Şam-Halep hattının güneyinde kalmasına rağmen Arap devletine verilemeyeceğini iddia etmişlerdir. Ne var ki, bu iddia da dayanaksızdı. Filistin gerçekten Şam'ın güneyindeydi ve bölgede hak iddia eden Arapları savunanlar, buranın Şam-Halep hattının batısında kalan bölgenin parçası olamayacağını ve Hüseyin'e söz verilen Arap devleti sınırlan içinde kaldığını iddia etmekteydiler. McMahon, Hüseyin'le pazarlığında büyük ihtimalle Filistin'i ayn bir bölge olarak görmemişti; Filistin'i muhtemelen gelecekteki Arap devletinin parçası sayıyordu. Savaş sonrasında yapılan barış anlaşmalarıyla kime hangi bölgenin verileceği sorunu gereksiz kılınmışsa da, algılamalar çoğunlukla hukuksallık kadar önemli olduğundan bu tartışmalar devam etmektedir. Ve Arapların arasında hakim olan ve savaştan sonra giderek derinleşen algılamaya göre, İngiltere ilk başta tutmak niyetinde olduğu bir söz vermiş, Arapları yanıltmış ve sonra da onlara ihanet etmiştir.
     Hüseyin'in aşiret güçleri Mekke'deki Osmanlı garnizonuna 10 Haziran 1916'da saldırınca Arap isyanı başlamış oldu. Eylül ayı geldiğinde Hicaz'ın önemli şehirlerinin çoğu -savaş boyunca kuşatma altına alınan Medine dışında- Hüseyin'in eline geçmişti. Hüseyin, isyanını haklı göstermek için İslami dayanışma davasına atıfta bulunuyordu. Osmanlı padişahına karşı isyanın lideri olarak hassas konumunu, İslamiyet'e olan görevi şeklinde göstermenin peşindeydi. Çağrısının hedefi, imparatorluğun Müslümanlarına Kuran'ı ve şeriatı önemsemeyen bir grup ateist serüvenci olarak tanımladığı İttihatçı rejimin devrilmesiydi. Halifeye saldırmamaya dikkat eden Hüseyin, Müslümanları ayaklanıp halifelerini İttihatçıların pençesinden kurtarmaya davet ediyordu. Bu tür İslamiyet'e yönelik propaganda, iki yıllık isyan boyunca şerifin fermanlarının diline hakim oldu. Kendisi Arap milliyetçisi değildi ve Arapçılık ideolojisi terimleriyle düşünmüyordu. Şerif ve Mekke emiri olarak konumunu, ailesi adına bir krallık ya da prenslik elde etme yolunda kullanan hırslı bir hanedan kurucusuydu.
     Suriye'nin bazı yerlerinde isyandan yana gizli birtakım destekler varsa da, Hüseyin'in çağrısı Arapça konuşulan bölgelerde örgütlü bir karşılık bulamadı. Hatta pek çok Arap ileri geleni, Hüseyin'i hainlikle ve eylemlerini Osmanlı İslam imparatorluğunu, birliğe en çok ihtiyaç duyulduğu bir zamanda parçalamaya çalışmakla suçladılar. Arap İsyanı Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir halk ayaklanması değildi. Daha çok Arabistan'da aşiretlerden alınan vergilere dayanan ve Haşimi ailesinin hakimiyetinde sınırlı bir girişimdi. Ancak Arapların isyanın nihai zaferini (1918'de Şam'ın alınması) alkışladığı ve bunun Arapların bağımsız bir devlet iddialarının temellerini oluşturduğu da kuşkusuzdur.
     Arap İsyanı'nın Şam'a giden yolu Hicaz'dan başlayıp, Akabe liman şehrinden (1917’de alınmıştı) ve sonra da 1918 nihai taarruzunda General Allenby'nin sağ kanadından geçmişti. Şerif Hüseyin'in aşiret güçlerine oğlu Emir Faysal kumanda ediyor ve kendisine bir grup Iraklı eski Osmanlı subayı ile aralarında T.E. Lawrence'ın da bulunduğu İngiliz askeri danışmanlar yardımcı oluyordu. Faysal genelde Osmanlılarla yüz yüze çarpışmaktan kaçınıyor, daha çok düşmanın iletişim ve ikmal hatlarına saldırmayı tercih ediyordu. 1 Ekim 1918'de askerleriyle Şam'a girmesi, Arapların savaş çabalarının sonunun geldiğine işaret etmekteydi. Faysal, İngilizlerin babasına verdiği söze uygun davrandığına inanarak hemen bir idari yönetim sistemi kurmaya girişti.

Vaatler ve Karşı Vaatler:
Müttefiklerin Osmanlı İmparatorluğu'nu Parçalama Planları
     İttifak devletleri savaş sırasında Osmanlı topraklarının gelecekteki durumu hakkında aralarında çeşitli anlaşmalar imzalamışlardı. Bu anlaşmalar Antant'ın Arap müttefiklerinin ihtiyaçlarını göz önüne almayıp, sadece ittifakın Avrupalı üyelerinin çıkarlarına hizmet amacını güdüyor, bir araştırmacının deyimiyle "yayılmacılar için önceden yer ayırtılıyordu."[4] Anlaşmaların amacı, savaş sonrasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkları önceden bir çözüme kavuşturarak ittifakı ayakta tutmaktı. Bu da ittifak üyelerine önceden toprak dağıtımı sağlayarak elde edilmişti.
     1915'te Rus orduları doğu Anadolu'dan Osmanlılar ve Polonya'da Almanlarca hezimete uğratılırken, İngiltere ile Fransa Rusların savaşa devam etme isteklerinin kaybolacağından korkuyorlardı. Bu nedenle çara en çok arzulanan 'ön avans'ı teklif etmeye karar verdiler. Savaştan önce asla düşünülemeyecek bir şey olarak İngiltere, Fransa ve Rusya'nın bir araya gelmesiyle, 1915 Mart ayında Konstantinopolis Anlaşması'nı imzalayarak Rusya'ya İstanbul'u ve Boğazlar'ı ilhak etme hakkını tanıdılar. Konstantinopolis Anlaşması asla yürürlüğe girmedi ve Lenin'in 1917 Bolşevik Devrimi'nden sonra hükümetin çarın müttefikleriyle yaptığı eski anlaşmaları hükümsüz sayma kararını, hiç kuşkusuz İngiltere de Fransa da büyük bir rahatlamayla karşılamışlardır.
     Müttefikler arasındaki en tartışmalı konu, Fransa'nın Osmanlı Suriyesi'nde hak iddia etmesinin İngiltere ile Fransa arasında sürekli bir gerilim yaratmasıydı. Fransa batı cephesinde korkunç muharebe savaşlarının yükünü taşırken Ortadoğu'daki çıkarlarını doğrudan koruyamıyordu ve bölgede İngiltere'nin giderek artan askeri varlığını korkuya gözlemekteydi. Bu konuyu çözümlemek için iki ülke temsilcileri 1916 Mayıs ayında yaptıkları gizli bir anlaşmayla Arap Ortadoğusu'nun büyük bir kısmını kendi aralarında böldüler. Sykes-Picot adıyla tanınan bu anlaşma, İngiltere'nin Şerif Hüseyin'e verdiği sözlerin bir kısmını ihlal ettiği için savaşın en tartışmalı belgesidir. Anlaşma Fransa'nın Suriye üzerindeki eski iddialarını tanıyarak Fransa'ya güney Lübnan'dan Anadolu'ya kadar Suriye kıyıları üzerinde büyük bir 'doğrudan kontrol' bölgesi vermekteydi. Fransa ayrıca Suriye içinde dolaylı bir etkinliğe sahip olacaktı. Irak'taki İngiliz statüsü de garanti altına alınıyordu; İngiltere, Mezopotamya'nın güneyini 'doğrudan kontrol' edecek ve Gazze'den Kerkük'e kadar uzanan özel bir dolaylı etkinlik alanına sahip olacaktı. Hüseyin'e vaat edilen bağımsız Arap devletiyse, İngiliz ve Fransızların dolaylı etkinlik bölgeleri arasında bir devlet veya devletler konfederasyonu olacaktı. Anlaşma şartlarına göre Filistin uluslararası yönetim altına alınacaktı.
     Son olarak da İngiltere, başka bir ilgili tarafa bir 'yer ayırtma' daha yaptı. Amerika, Rus ve Alman Yahudilerine erişebilmek ve aynı zamanda Süveyş Kanalı'na bitişik topraklarda kontrolü eline geçirmek amacıyla Filistin'de bir Yahudi yurdu kurulmasını kabul etti. Bu anlaşma bir mektupla (ünlü 1917 Kasım Balfour Deklarasyonu) Dışişleri Arthur Balfour tarafından ünlü bir İngiliz Siyonisti olan Lord Rothschild'e iletildi. İngilizler dolaylı da olsa Filistin'e Yahudi yerleşimi destekleyeceklerse, İngiltere Filistin'de işgal durumunu sürdürmek zorundaydı. Araplara göre, böyle bir hareket Hüseyin'e verilen sözün ihlaliydi.
Savaş sona erdiğinde Osmanlı topraklarının büyük kısmı İttifak devletleri arasında paylaşılmıştı. Bu vaatlerin bazıları diğeriyle çeliştiğinden, sadece uzlaşmayla ya da askeri güce başvurarak gerçekleştirilebilirdi.




[1] Ira M. Lapidus, A History of lslamic Societies (Carnbridge, 1990), s. 3.
[2] Akı. Paul Witıek, The Rise of the Ottoman Empire (Londra, 1965), s. 14.
[3] Sir Henry McMahon'dan Şerif Hüseyin'e, 24 Ekim 1915, ed. ].C. Hurewitz, The Middle Eası and Norıh Africa in World Politics: A Documentary Record, Volume 2, BritishFrench Supremacy, 1914-1945, 2. basım (New Haven, 1979), s. 50. 178
[4] Elizabeth Monroe, Britain's Moment in the Middle East, 1914-1971, 2. basım (Londra, 1981), s.. 26.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder