Giriş
Bu çalışmada küresel ve bölgesel aktör
kavramlarını, ve bu çerçevede ABD, AB, NATO, Rusya, Türkiye ve diğer aktörlerin
politik, askeri ve ekonomik duruşlarını Suriye özelinde ele alacağız. ABD’nin
tarihsel süreçte dış politikasında meydana gelen değişmeler nedensellik
bağlamında dönemin şartları dikkate alınarak incelenecektir. Bu politik
değişmeleri George W. Bush ve Barack H. Obama dönemlerinde ki değişmelerden
hareketle açıklamaya çalışacağız. Bu
anlamda Bush Doktrini ile Obama Doktrininin içeriklerinden söz ederek
başlayacağız.
ABD’nin Bakış Açısı
Bush Doktrini
Bush
yönetiminin politik düşüncelerini somutlaştıran ve Bush Doktrinini teşkil eden
belge, ABD’nin 2002 Ulusal Güvenlik Stratejisi (The National Security Strategy
of the United States of America-NSS)’dir. Bu belge, 11 Eylül terör saldırılarından
yaklaşık bir sene sonra, 17 Eylül 2002’de imzalanmış ve 20 Eylül’de kamuoyuna
açıklanmıştır. 33 sayfalık bu belge, giriş metnine ilave olarak dokuz bölümden
oluşmaktadır.
Başkan Bush’un imzasını taşıyan belgenin giriş
bölümünde yeni güvenlik stratejisinin amacı; “Dünyayı sadece daha güvenli
değil, aynı zamanda daha iyi yapmak ve özgürlükleri destekleyen adil bir barış
ortamı sağlamak”[1]
şeklinde ifade edilmiştir. Bush, belgede yer alan üç sayfalık değerlendirmede,
20’nci yüzyılda totalitarizm ile özgürlük arasında yaşanan mücadelede
özgürlüğün kazandığına işaret ederek, 21’inci yüzyıldaki mücadelenin de bu
şekilde devam edeceğini vurgulamaktadır. Bush’a göre, uluslararası sistemin
istikrarı ile insanlığın geleceği için 20’nci yüzyılda da galip gelmiş olan,
temel insan hakları ile ekonomik ve siyasal özgürlüklere bağlı ulusların
özgürlük, demokrasi ve serbest girişimi savunmaları gerekmektedir. Dünyaya
özgürlük ve demokrasi götürme iddiasıyla Bush’un, Wilsonlaşma eğilimi
gösterdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
ABD’nin 2002 UGS’ni tanıtan kapak yazısında
Başkan Bush, Bush Doktrini olarak bilinen temel unsurların altını şu şekilde
çizmiştir: “Ulusumuzun yüzleştiği en ciddi tehlike radikalizm ve teknolojinin
kesişmesinde yatmaktadır. Düşmanlarımız açıkça kitle imha silahlarına ulaşmaya
çalıştıklarını beyan etmişler ve kanıtların gösterdiği üzere bunu azim ve
kararlılıkla yapmaktadırlar. ABD bu çabaların başarıya ulaşmasına izin
vermeyecektir. Balistik füzelere ve diğer dağıtım araçlarına karşı savunma inşa
edeceğiz. Düşmanlarımızı tehlikeli teknolojileri elde etme çabalarından yoksun
bırakmak ve onları ele geçirmek için diğer devletlerle birlikte çalışacağız
Ayrıca meşru müdafaa konusunda ABD, bu
tehditlere karşı onlar tam olarak oluşmadan önce harekete geçecektir. Biz en
iyisini umarak Amerika’yı ve dostlarımızı koruyamayız. Bu yüzden
düşmanlarımızın planlarını boşa çıkarmak için en iyi istihbarat ve tedbirli bir
şekilde ilerleyerek hazırlıklı olmalıyız. Tarih yaklaşan tehlikeyi görüp
harekete geçmekte başarısız olanları acımasızca yargılayacaktır. Girdiğimiz
yenidünyada, barış ve güvenliğe giden tek yol, eylem yoludur.”[2]
Obama Doktrini
Eskiden
farklı olarak, Obama
Doktrini’nin temeli doğrudan konvansiyonel çatışmalardan kaçınmaktan
geçiyor. ABD bundan sonra Irak gibi büyük
işgallere girmeyecek. En azından tek başına girmeyecek. Bunun yerine
istihbarat, örtülü operasyonlar ve uluslararası işbirliğine ağırlık verilecek.
Sorun olan bölgelerde nokta operasyonlar ile yerel ve bölgesel güçlere ağırlık
verilecek. Bu bağlamda Obama silahlı insansız hava araçlarını önceki başkan
Bush’tan bile daha yoğun bir şekilde kullanıyor. Aynı şekilde Irak’ı işgal
etmedi ama Obama döneminde Libya’da Kaddafi, Mısır’da
ise Hüsnü Mübarek koltuklarından oldu. Beşar
Esad ise sallanan diş
gibi.
Tüm bu örneklerde başarıyı yerel güçleri silahlandırmak, bölgesel ülkelerin desteğini almak ve operasyonun siyasi ve mali yükünü müttefiklerle paylaşmak getirdi. Bundan sonra ABD aynı strateji ile hareket edecek ve büyük çaplı askeri operasyonlara asla tek başına girmemeye çalışacaktır. Elbette El Kaide ve benzeri yapılar ile mücadele ABD politikalarında yerini koruyacak. Ancak Obama Yönetimi 11 Eylül’den sonra politikaların adeta merkezinde yer alan bu tehdidin artık ‘abartılmaması’ gerektiği görüşünde.
Tüm bu örneklerde başarıyı yerel güçleri silahlandırmak, bölgesel ülkelerin desteğini almak ve operasyonun siyasi ve mali yükünü müttefiklerle paylaşmak getirdi. Bundan sonra ABD aynı strateji ile hareket edecek ve büyük çaplı askeri operasyonlara asla tek başına girmemeye çalışacaktır. Elbette El Kaide ve benzeri yapılar ile mücadele ABD politikalarında yerini koruyacak. Ancak Obama Yönetimi 11 Eylül’den sonra politikaların adeta merkezinde yer alan bu tehdidin artık ‘abartılmaması’ gerektiği görüşünde.
Suriye
Savaşı Özelinde Obama Doktrini
Arap Baharı, Bush döneminde meydana gelseydi eğer seyrinin
Obama döneminden farklı olacağını, Abd’nin bu süreçte ki rolünün ve tarafının
ne olacağını iki başkanın doktrinlerinden çıkarabiliyoruz. Birçok grup Suriye
iç savaşına sürüklenip mücadele ederken ABD kenardan izleyerek kendi göreli
gücünü artırmıştır. Obama döneminin felsefesi olan “beleşçilik”e (free rider)
dayalı strateji gereği savaşa müdahil olunmaktan kaçınıldı hep. Böylelikle ağır
savaş maliyetlerinden kaçınıldı ve savaşa dahil olan diğer aktörler hasar
görürken ABD göreceli olarak güçleniyor.
Obama’nın savaşa dahil olmamak için bir diğer geçerli sebebi de ikinci
döneminin sonlarını yaşaması ve yaklaşan seçimlerden önce sorunlu ve nasıl sonuçlanacağı
muamma olan bir savaşa girmemek. Bu durum yine doktrinle ilişkilidir.
Obama’nın Güvenlik Stratejisi
Obama’nın iktidara gelişinin en önemli sloganları “ümit” ve
“değişim” üzerineydi. Seçim sürecinde içeriye yönelik cesaretlendirici kavramlar
kullanılırken dış politikaya yönelik değişim kavramları ön plandaydı. Özellikle
dış politika ve güvenlik konularında Obama bütün söylemini kendinden önceki
Bush yönetiminin alternatifi olarak kurguladı. Bush’un “teröre karşı savaş”[3]
şeklinde ifade ettiği ulusal güvenlik stratejisinin tam tersinin benimsenmesi
gerektiğini daha seçim kampanyasında dile getirmişti. Bu nedenle de Obama’nın
özellikle Ortadoğu ülkelerinde daha mutedil, rasyonel ve yumuşak politikalar
izleyeceği düşüncesiyle takdir edildiğini ve ümitle beklendiğini söylemek
gerekir.[4]
Obama iktidara geldiğinde beklentileri boşa çıkarmayacağını gösterdi.
Bush yönetiminin yaptıklarının aksini gerçekleştirmek için çaba sarf etti. Irak
ve Afganistan’dan çekilmek gibi önemli stratejik kararlar aldı ve beklenmedik
bir hızla uyguladı. ABD’nin dünya siyasetinde sert, müdahaleci ve tek taraflı
tavrını yumuşak, müdahil olmayan ve çok taraflı bir hale çevirmeye gayret etti.
Sonuçta “Obama tarzı” diyebileceğimiz bir tarz oluşturdu.
Obama’nın güvenlik stratejisi genel olarak mevzilenme (retrenchment)
kavramıyla tanımlanıyor. Gerçekten de bu kavram Obama’nın yaklaşımını oldukça
iyi ifade etmektedir. Sipere geri dönmek ve masrafları kısmak anlamına gelmesi
bakımından bu kavram Obama döneminin iyi bir tavsiridir. Obama’nın mevzilenme
olarak adlandırılan bu stratejisini en iyi tanımlayacak iki kavram
“izolasyonculuk” ve “yeni liberal kuramsalcılık”tır. Birincisi ABD’nin en eski
ikincisi ise en sürekli tarzını ifade etmektedir. Bir büyük güç olarak ortaya
çıktığı ilk günlerde 19, yy boyunca ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinin en
temel unsuru izolasyonculuk zihniyetiydi. Biraz ideolojik biraz da ideolojik
nedenlerden dolayı izolasyon, yükselmekte olan ABD’nin en değerli yöntemiydi. İdeolojik
olarak Avrupa siyasetinin kirli bir reelpolitik zihniyete sahip olduğunun
düşünen ABD’li liderler bu kirli siyasetten mümkün olabildiğince uzak durmak
gerektiği fikrine sahipti.
Ekonomik olarak ise İngiltere’nin serbest ticareti yaygınlaştırdığı ve
muhafaza ettiği açık sularda ticaret oldukça karlıydı. ABD hem dünyadaki
serbest ticaret düzeninin sürdürülmesi için hiçbir maliyet ödemiyor ve hızlı
büyümesini “beleşçilik” üzerinden sürdürüyordu hem de ideolojik olarak kendini
temiz hissediyordu.[5]
Tarihte Amerikan izolasyonculuğu iki defa sekteye uğramıştır. Birincisi
1. Dünya Savaşı’nın sonunda Woodrow Wilson ile olmuş ve kısa sürmüştür. ABD,
Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına öncülük etmiş ve bu anlamda
uluslararasıcılığın bayraktarlığını yapmış olsa da bu tavrı uzun soluklu
olmamıştır. ABD kısa sürede hem Milletler Cemiyeti’ni hem de dünya siyasetini
terk edip izolasyona geri dönmüştür. Bu
ikinci izolasyonculuk dönemi geri dönülmez bir şekilde İkinci Dünya
Savaşı ile son bulmuştur. Dünya siyasetine geri dönen ABD Soğuk Savaş’ın
başlamasıyla dünya siyasetinden kopamadı. ABD’de o dönemde de izolasyonu
savunanlar olmasına rağmen Sovyet tehdidi çerçevesinde ortaya çıkan sınırlandırma
stratejisi izolasyonculuğun önüne geçti.
Tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi ABD’nin uluslararası politikaya mümkün
olduğunca az müdahil olması ve savaştan ve askeri müdahaleden her halükarda
kaçınması gerektiği fikri Obama dönemi izolasyonunun temelini oluşturmaktadır.
Fakat 19. yüzyılda değiliz ve ABD için uluslararası sistemin istikrarlı bir
şekilde sürdürülmesini sağlayacak bir İngiliz imparatorluğundan bahsedilemez.
ABD, İngiltere’nin sağladığı uluslararası düzende İngirtere’nin mecbur kaldığı
serbest ticaret kurallarından en karlı çıkan ülkeydi. İngiltere askeri müdahale
ve savaşlara büyük miktarlarda yatırım yaparken ABD hiçbir harcamaya girmeden
ve kimseyle kavga etmeden dünya pazarlarına mal satıyordu. Fakat 21. yüzyılda
ABD için bu maliyeti tek başına karşılayacak bir aktör yoktur. Obama bunu
yerini uluslararası kurumlarla doldurmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla Obama’nın
temel stratejik izolasyonculuğun getireceği ekonomik büyüme ve restorasyon
iken, bu hedefe ulaşmada kullanılacak en iyi ve dolayısıyla en öncelikli araç
ABD’nin uluslararası kurumlar üzerindeki etkinliğidir. Bölgesel dinamiklerin
kurmasının bekleneceği bir resimde bu dengenin idare edilmesi için ABD’nin
uluslararası kurumlar üzerindeki etkinliği harekete geçirilebilir.[6]
İzolasyonculuk ve Yeni Liberal Kurumsalcı Zihniyet
Obama döneminin arkasında ki stratejik zihniyet dünyayı
algılayış biçimi bakımından pragmatik bir zemindedir. 2010 yılında yayımlanan
ulusal güvenlik belgesi bu anlamda çok temel bir ayrıma dayanır. Bu ayrıma göre
Obama yönetimi dünyayı gerçekçi bir biçimde resmetmeye çalışır ve bu resme
dayanarak ABD’nin arzularını şekillendirmeye gayret eder.[7]
Buna
göre dünya artık karşılıklı bağımlılığın daha yüksek olduğu bir yer olduğundan
güvenlik sadece ABD sınırlarında sağlanamaz. ABD, Irak ve Afganistan’da olmak
üzere iki savaş vermektedir. Fakat bunun yanında yeni tür güvenlik tedbirleri
mevcuttur. Küresel ekonominin yapısı değişiyor, krizler dünya ekonomisini
sarsıyor, demokrasi ve insan hakları yayılmaya devam ediyor fakat dünyanın
birçok yerinde hala demokrasinin yaşadığı zorluklar var. Ayrıca dünya
siyasetinde yeni güç merkezleri ortaya çıkıyor. AB bağımsız ve etkili bir aktör
olarak doğarken, Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkeler kendilerini dünya
siyasetinde daha fazla hissettirmektedir. ABD hala dünyanın en güçlü aktörü ve
karşılıklı bağımlılığın merkezinde yer alıyor.[8]
Kısaca
söylemek gerekirse ABD kendisine –maliyetinden uzak durarak- dünya siyasetini bölgesel
aktörlerin birbirleriyle mücadele ettikleri ve uluslararası kurumlar
aracılığıyla bu gerginliklerin kontrol altında tutulduğu bir strateji
belirlemiştir. Bu stratejinin tercih edilmesinin nedeni ise şu sıralamaya
sahiptir:
1. ABD kendi ekonomisini yeniden inşa etmek istemektedir.
2. ABD kapsamlı angajman mantığı çerçevesinde tüm diğer
uluslararası aktörlerle ilişki içerisinde hepsini bir şekilde kontrol
edecektir.
3. Adil ve sürdürülebilir bir uluslararası düzeni
destekleyecektir.[9]
Temel amaç ekonomiktir, sonrasında diğer aktörlerin kontrolü
gelmektedir. En son sırada ise uluslararası düzen vardır. Uluslararası düzenden
kasıt ise ABD merkezli bir dünya düzeni vardır.
Amaç, Yöntem ve Araçlar
Obama yönetimindeki ABD sonuç itibarıyla ekonomik
rehabilitasyonu amaçladı. Bunu elde etmek için izolasyoncu bir yöntem tercih
etti. Bu niyetle de uluslararası kurumları araçsallaştırdı. Tüm bunların
toplamına Obama’nın mevzilenme stratejisi diyoruz.
Tablo 1. Obama’nın Amaç, Yöntem ve Araçları
|
||
Amaç
|
Yöntem
|
Araç
|
Ekonomik rehabilitasyon ve güç biriktirme
|
İzolasyon ve tasarruf
|
Uluslararası kurumlar ve çok taraflılık
|
Obama’nın en fazla önemsediği başlık olan ekonomi alanında beş hedef
vardır. Buna göre eğitim ve insan sermayesi güçlendirilmelidir. Bilim,
teknoloji ve yenilikçilik artırılmalıdır. Dengeli ve sürdürülebilir büyüme
başarılmalıdır. Sürdürülebilir gelişme hızlandırılmalıdır. Amerikan halkının
vergileri akıllıca harcanmalıdır.[10]
Bu beş madde Obama’nın ABD’yi daha güçlü hale getirmek için önerdiği ekonomik
rehabilitasyon reçetesidir.
Obama uluslararası ittifakları tehditlere karşı kurulmuş yapılar olarak
değil “güç çarpanı” olarak görmektedir.[11]
Yani Obama müttefiklerin güçlerinden faydalanmak istemektedir. Müttefikleri
sadece ABD savunmasından faydalanmamalı, ortak güvenlik yoluyla Amerikan gücene
katkı sağlamalıdır. Müttefiklerle kurulacak sağlam ilişkilere ilaveten diğer
uluslararası güç merkezleriyle ikili işbirliği kurulması gerekir.[12]
Bu durum ABD’nin merkezi rolünü maliyetsizce sürdürecektir. Uluslararası
kurumlar ve işbirliği mekanizmaları güçlendirilmelidir.[13]
BM etkinliği artırılmalı, karar alma mekanizmalarında uluslararası koalisyonlar
devreye sokulmalı ve ASEAN, Körfez İşbirliği Konseyi gibi bölgesel kurumlara da
yatırım yapılmalıdır. Son olarak küresel meselelerde geniş işbirliği
sürdürülmelidir.[14]
Kısaca toparlamak gerekirse Obama yönetimi uluslararası düzen veya
uluslararası değerler gibi konular söz konusu olduğunda duyarlı ifadeler
kullanıyor gibi görünmesine rağmen
neredeyse tüm örneklerde ABD’nin oynayacağı rolü kısıtlamak ve o rolü
uluslararası kurumlar aracılığıyla paylaştırmak istemiştir.
Türkiye’nin Seçenekleri
Türkiye ile müttefiki ABD arasında ki durum, tipik haliyle
bir ittifaktaki sürüklenme ve terk edilme geriliminin örneğidir.[15]
Uluslararası ittifaklar bir tehdide karşı kurulur ve tarafların güçlerini
tehdide karşı birleştirmesini gerekli kılar. Aslında taraflar ittifaka girerek
kendi otonomilerinin bir kısmından feragat etmiş olurlar. Tehditten korunmak
için birbirlerine bağımlı hale gelirler. Fakat bu bağımlılığın doğası
asimetriktir.[16] Güçlü zayıf tarafı
korumak zorundadır. Zayıf taraf da güçlü tarafın kontrolüne katlanmak
durumundadır. Diğer yandan güçlü müttefik zayıf ortağı tarafından istemediği
bir savaşa sürüklenmekten korkarken, zayıf taraf ihtiyacı olduğunda büyük
ortağın yardıma gelmeme ihtimalinden korkar. Bugün Suriye’de Türkiye ile ABD
arasındaki ilişkiye bu iki korku hakimdir. Türkiye, ABD ile kurduğu ittifak
ilişkisinin işlemediğini ve ABD’nin kendisi yerine rakipleriyle işbirliğine
gittiğini görmektedir. Diğer taraftan ABD ise Türkiye’nin kendisini Suriye’de
bir savaşa sürükleme ihtimalinden çekinmektedir.
Suriye’de Türkiye’nin önünde kaba haliyle üç ayrı yol olduğu
söylenebilir. Birinci yol halihazırda devam eden yoldur. Bu durumda ABD
Türkiye’yi yakınında tutarak kontrol etmeyi sürdürür. PYD’ye ABD tarafından
verilen destek gün geçtikçe artar. Hatta son Cenevre müzakerelerinde olduğu
gibi Türkiye’yi PYD ile aynı masaya oturtmak için her şey denenir. Rusya ve İran
karşısında ise Türkiye’ye beklediği destek sunulmaz. Aksine bu iki ülke
sistemin içine davet edilerek Türkiye’ye karşı bir denge unsuru olarak kullanılır.
Böylesi bir senaryo ise aslında Türkiye’yi edilgen bir konuma iter ve
müttefiklik ilişkisinden sadece ABD’nin faydalı çıkmasını sağlar. Dolayısıyla
bu durum Türkiye’yi yavaş yavaş eritir ve gün geçtikçe ABD’ye olan tek taraflı
bağlılığını sürdürür. Dolayısıyla bu durum risksiz gibi görünse de maliyetli ve
kazanma ihtimali olmayan bir yoldur.
İkinci yol Türkiye’nin ABD’yi Suriye’ye sürüklemeye çalışmasıdır. Bu yol
daha riskli olanıdır ve Türkiye’nin ittifak ilişkisini kendi lehine çevirmek
için gerekli olan şart Suriye krizinin uluslararasılaşması veya dengenin bir
taraf lehine bozulmasıysa o zaman bu yolun içinde yine kabaca iki senaryo
kurulabilir: birincisi dengeyi tek taraflı bozmak ikincisi ise krizin
uluslararasılaşmasını sağlamaktır. Suriye’de Türkiye’nin dengeyi tek başına
kendi lehine bozması pek mümkün gözükmüyor. Fakat diğer taraftan Türkiye’nin
ABD’ye dengenin Rusya, İran ve rejim lehine bozulma ihtimali olduğunu
göstermesi ve böylece kendi katma değerini hissettirmesi hala mümkündür. Yani
aslında Türkiye tüm Suriye masasını ters çevirebilir.
Üçüncü
yol ise Türkiye’nin Suriye’de kendi başına hareket etmesidir ve sayılan
senaryolar arasında en risklisidir. Bu da Türkiye’nin Suriye’de dengeleri
bozmak için Suriye’nin kuzeyine tek başına operasyon yapma ihtimalidir.
Geldiğimiz noktada Türkiye’ye yönelik tehdidin asıl kaynağı PYD olduğundan,
Türkiye PYD’yi devre dışı bırakabilecek ve Suriye’nin kuzeyinde kurulan PYD
bölgesini ortadan kaldırabilecek bir operasyona girişilebilir. Fakat özellikle
diğer aktörlerin bu duruma karşı takınacağı tavır ciddi merak konusudur.
Böylesi bir senaryo ortaya konulduğunda ilk akla gelen şey özellikle ABD’nin
buna müsaade etmeyeceği iddiasıdır.
Bahsi geçen son iki senaryo da oldukça riskli senaryolar olarak dikkati
çekmektedir. Fakat her ikisinin de şimdiki cendereden daha az maliyetli olduğu
da iddia edilebilir. Ayrıca bu iki seçenekten en az biri güvenli yoldur. Çünkü
bu iki seçenek mantıken birbirini dışlayan senaryolardır. Birincisi ABD’nin
belli şartlar sağlandığında Suriye’ye sürüklenebileceğini iddia etmektedir.
İkincisi ise ABD’nin her ne olursa olsun Suriye’ye müdahil olmayacağı
varsayımına dayanmaktadır. Bu senaryoları reddeden bir akıl mantıken ancak
birini reddedebilir. Her ikisi birden yanlış olamaz. Eğer ABD gerçekten PYD’yi
her halükarda savunacaksa o zaman Suriye’ye gelmek durumunda kalacaktır.
RUSYA’NIN SURİYE POLİTİKASI
Sovyetler Birliği’nin dünya siyasetindeki mirasını üstlenen
Rusya Federasyonu 1990’ların ilk yarısını kendi siyasi, ekonomik ve sosyal
sorunlarıyla uğraşarak geçirmiştir. Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in liberal
ekonomiye geçiş için başlattığı “şok terapi” reformları ülkenin tüm
sosyoekonomik yapısını alt üst etmiştir. Bu kapsamda yoksulluk, yolsuzluk ve
rüşvet gibi sorunlar yaygınlaşmış, “oligarklar” adı verilen bir grup süper
zengin iş adamı da Rusya’nın siyasi ve ekonomik dengelerini kontrol etmeye başlamıştır.
Dış
politikada ise başta Batı’ya yakın bir politika izleyen Yeltsin, halkın ve
muhaliflerin hoşnutsuzluğu arttıkça daha sert bir tutuma yönelmiştir. Nitekim
1993’te ilan edilen “Yakın Çevre” doktriniyle beraber Yeltsin yönetimi eski
Sovyet cumhuriyetlerinde Rusya’ya muhalif yönetimleri iktidardan uzaklaştırmak
amacıyla bu ülkelerdeki siyasi ve etnik sorunları kullanmaya başlamıştır.
Ayrıca Orta Asya ve Hazar havzasının zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının
Rusya üzerinden geçen boru hatları ile Batı’ya taşınması konusunda da ısrarcı
olmuştur. Özellikle 1990’ların ikinci yarısıyla birlikte Moskova ve
Washington’ın arasında hız kazanan bu jeo-ekonomik rekabete ise “Yeni Büyük
Oyun” adı verilmiştir. Bu kapsamda Moskova, Washington’ın destek verdiği
Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı gibi projelere karşı eski Sovyet
cumhuriyetleri üzerindeki nüfuzunu korumaya çalışmıştır.
Arap Ayaklanmaları Bağlamında Rusya’nın Suriye Politikası
Rusya’nın Suriye politikasının dönüşümü açısından en önemli
gelişme Arap coğrafyasındaki ayaklanmaların Şubat 2011 Libya’ya yayılmasıdır.
Zira Rusya’nın daha önce benzer bir süreç geçiren Tunus, Mısır, Bahreyn ve
Yemen gibi ülkelerin aksine Libya ile özellikle askeri ve ekonomik
alanda yakın ilişkileri bulunmaktadır. Daha önemlisi ise Rus liderlerin Libya
krizini Rusya’nın bir “büyük güç” olarak küresel siyasetteki nüfuzunu koruması
açısından son derece önemli bir ders olarak algılamalarıdır.
Küresel Düzey
Rusya’nın küresel çıkarları açısından
Libya’nın öne çıkmasının nedeni Mart 2011’de BM Güvenlik Konseyi’nin gündeme
gelen ve “sivilleri koruma amaçlı uçuşa yasak bölge oluşturulmasına” yetki
veren 1973 sayılı kararın kabul edilmesinden sonra yaşanan gelişmelerdir. Bu
karar Kaddafi yönetimi ile muhalif güçler arasında patlak veren iç savaşın
neden olduğu insani trajediye daha fazla kayıtsız kalamayan Rusya’nın Çin’le
birlikte çekimser oy kullanması sonucunda BM Güvenlik Konseyi’nden geçmiştir.
Moskova’nın bu yaklaşımında Arap Birliği’nin BM kararını destekleyen tutumunun
yanı sıra Başkan Medvedev’in bu konuda uluslararası toplumla beraber hareket
etmekteki ısrarlı tavrı da etkili olmuştur.
Rusya Suriye’deki krizin çözümü içim Ocak
2014’te toplanan 2. Cenevre Konferansı’nda aktif rol oynamıştır. Taraflar
arasındaki derin görüş ayrılıkları nedeniyle sonuçsuz kalan konferansın
ertesinde Suriye meselesi giderek daha karmaşık bir hal almıştır. Özellikle
DAİŞ’in 2014’le birlikte daha geniş bir alanda hakimiyet kurması bölgede ki
siyasi dengeleri tamamen değiştirmiştir. Bunun üzerine Rusya’nın yeniden Suriye
konusunda ağırlığını hissettirme çabası içine girdiği görülmektedir. Bu çabanın
en önemli yansımalarından birisi Putin yönetiminin Suriye’de savaşan tarafları
2015’in başında Moskova’da bir toplantıda bir araya getirmesidir. 2. Cenevre
süreci gibi bu girişimden de önemli bir sonuç çıkmamışsa da Moskova’nın Suriye
krizinde üstlenmiş olduğu kilit rol bu vesileyle bir kez daha teyit edilmiştir.
Obama yönetiminin Suriye krizinde ilan
ettiği kırmızı çizgilerin ihlal edilmesine rağmen müdahale etme konusundaki
çekingen tavrına karşı Rusya’nın gösterdiği bu diplomatik performans,
Moskova’nın Ortadoğu’daki nüfuzunu daha da sağlamlaştırmıştır. Bu duruma bağlı olarak
İran, Ürdün, Suudi Arabistan, Irak ve hatta İsrail gibi diğer bölge ülkelerinin
de Rusya ile diplomatik temasları sıklaşmıştır.[17]
Öte yandan Temmuz 2013’te Muhammed Mursi yönetiminin iktidardan
uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan askeri darbe sonrasında Rusya ile Mısır’ın yeni
yönetimi arasındaki siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerin de hızla gelişmeye
başladığı görülmektedir. Tüm bu gelişmelere bağlı olarak özellikle 2014-2015
döneminde Rusya’nın Suriye meselesi üzerinden ABD’ye karşı küresel ve bölgesel
düzeyde ciddi bir zemin kazanmayı başardığını söylemek mümkündür.
Rusya’nın
Suriye’ye Müdahalesinin Nedenleri
2013’le beraber Suriye krizine yönelik
olarak daha aktif bir diplomasi yürütmeye başladığı görülen Moskova, 30 Eylül
2015’te ise Esed rejimine destek olmak amacıyla Suriye’de hava operasyonlarına
başlamıştır. Putin yönetimi DAİŞ’e karşı ABD öncülüğünde kurulan uluslararası
koalisyonun etkisiz kaldığını iddia ederek Esed rejimi, yerel Kürt gruplar ve
bölge ülkelerini bir araya getirecek yeni bir koalisyon kurulması çağrısında
bulunmuştur. Moskova aynı zamanda balta Suudi Arabistan olmak üzere Ürdün,
Mısır, İran ve İsrail gibi bölge ülkeleri nezdinde de diplomatik girişimlerine
hız vererek Suriye meselesiyle ilgili olarak bu ülkelerle belli bir anlayış
birliği oluşturmayı hedeflemiştir.
Diplomatik alanda bu gelişmeler yaşanırken
Eylül ayının başında Rusya’nın Suriye’deki varlığını artırdığını gösteren
haberler ve uydu görüntüleri bir anda uluslararası medyanın gündemine
oturmuştur. Moskova’nın özellikle Lazkiye’de bulunan Basil Esed Havalimanı yakınında bir askeri üs kurduğu ve
bölgeye yeni savaş uçakları, saldırı helikopterleri, hava savunma sistemleri ve
insansız hava araçları gönderdiği anlaşılmıştır. Hmeymim adı verilen bu yeni üs
dışında Rusya’nın Tartus’taki üssünü de güçlendirdiğine ve bu kapsamda 1700
kadar Rus askeri uzmanı bölgeye gönderdiğine dikkat çekilmiştir. Bazı mnedya
ajansları ise Rus kara birliklerinin Esed rejimine bağlı askerlerle birlikte
muhaliflere karşı bizzat savaştığını iddia etmişlerdir.[18]
Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığının açığa çıkmasını takiben başta Dışişleri
Bakanı Lavrov olmak üzere Rus yetkililer Moskova’nın Suriye’ye uzun süredir
silah ve askeri uzman gönderdiğini teyit etmişler ancak burada esas amacın “DAİŞ
ve diğer aşırılık yanlısı gruolar” ile mücadelede Esed’e destek vermek
olduğunun altını çizmişlerdir.[19]
Burada dikkat çeken nokta Rusya’nın
Suriye’ye yaptığı askeri sevkiyat için ağırlıklı olarak İran ve Irak’ın hava
sahasını kullanmış olmasıdır. Nitekim Eylül ayı sonunda bu dört ülkenin teröre
karşı mücadele için Bağdat’ta ortak bir askeri koordinasyon merkezi kurduğu
açıklanmıştır. Rusya’nın Esed rejimine destek olmak adına Irak ve İran’la
askeri işbirliğine girmesi bazı yorumcular tarafından Ortadoğu’da hız kazanan
mezhep çatışmasında Moskova’nın “Şii Bloku”na destek verdiği şeklinde
değerlendirilmiştir.
Bölgesel düzeyde Rusya’nın en önemli amacı
Esed’in Suriye’de varlığını korumasını sağlamaktır. Bu bakımda Moskova’nın
Suriye’ye doğrudan müdahil olarak ülkedeki askeri dengeyi Esed lehine
değiştirmeyi hedeflediği söylenebilir. Özellikle 2015’in Ocak-Ağustos döneminde
Esed rejiminin muhalifler ve DAİŞ karşısında yaklaşık yüzde 18 oranında toprak
kaybetmesinin bu açıdan Moskova için belirleyici olduğu görülmektedir.[20]
Bir başka iddiaya göre ise Rusya’nın müdahalesinde Temmuz ayında Moskova’yı
ziyaret eden İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün komutanı Tümgeneral Kasım
Süleymani ile yapılan görüşme de etkili olmuştur. Bu görüşmede Süleymani’nin
Rus yetkililere Suriye’ye müdahale edilmemesi durumunda Esed’in savaşı
kaybedeceği mesajını verdiği iddia edilmiştir.[21]
Fırat Kalkanı
Operasyonu ve Suriye’nin Geleceği
Kitabın yazıldığı dönem ile şimdi
arasında pek bir fark yoktur belirsizlik açısından. Her ne kadar Fırat Kalkanı
Operasyonu’nun bittiği açıklansa da önümüzde ki süreçte yeni operasyonlar olacak
mı, olursa uluslararası toplumun tepkisi ve operasyonun haklı temellere
oturtulabilmesinin mümkünlüğü tartışılabilir. Savaş halinde ve birçok bölgeye
parçalanmış, ayrı yerel ve uluslararası güçlerin kontrolüne geçmiş bir
Suriye’de çözüm kısa vadede mümkün görünmemektedir. Suriye yavaş yavaş çürüyen
bir yara halindedir. Tipik bir vekalet ve yıpratma savaşı olarak devam
etmektedir. Bu tür savaşların maliyeti vaktinde açıkça hissedilmese de çok
yüksektir. Bütün taraflar uzatılmış çatışmaların tarafı olarak uzun vadede
yıpranırlar.
Bu yıpratma savaşındaki uluslararası
aktörlerin bir kısma Esed rejimini doğrudan desteklerken, bir kısmı Esed’in
gitmesini savunmaktadır fakat bu gruptakilerin fiili müdahaleden uzak durma
stratejileri ortaktır. Birinci grubun en önemli aktörleri Rusya ve İran’dır.
Rusya ve İran aktif bir şekilde savaşan taraflar konumundadır. Rusya Esed’li
bir geçişi tercih etmektedir. Fakat Esed benzeri bir yönetimle yapılabilecek
bir geçişe de razı olabilir. Kısa süre zarfında Rusya’nın pozisyon değiştirmesi
beklenmemelidir. İran Suriye savunmasını başından beri bir ulusal güvenlik
meselesi olarak görmüştür. Fakat savaş İran için de maliyetli olduğundan
Türkiye ile işbirliği imkanı hala vardır denebilir.
Diğer tarafın aktörleri ise ABD, NATO, AB,
Mısır, Suudi Arabistan ve İsraildir. Bu aktörlerin tamamı Suriye’de fiili ve
açık müdahaleden kaçınmaktadır. ABD mevzilenme stratejisi çerçevesinde
Suriye’deki maliyeti bölgesel aktörlerin üzerine yıkmak istemektedir.
Suriye’deki kilitlenmişliği desteklemektedir ve taraflardan birinin açık ara
fark yarattığı bir durum olmadıkça müdahil olmayacaktır. ABD’nin bu tavrını
belirleyen şey kontrollü çekilme mantığıdır. Geleneksel rakiplerinin
müttefiklerine meydan okumasını üstü kapalı bir şekilde destekleyecektir. Çünkü
ABD Suriye’de tarafların birbirini tüketmesini tercih etmektedir.
AB, Suriye’de etkin bir aktör olmamış ve
olamamıştır. İlerde daha etkili olmasını beklemek de iyimserlik olacaktır. Hem
komşuluk hem de insani güvenlik politikaları çerçevesinde hareket eden
Avrupa’nın Suriye’deki etkinliği yok denecek kadar azdır. Bugün Avrupa’nın
ilgilendiği tek konu göç ve terörizmidir.
Özetle Suriye üzerindeki vekalet savaşları
kısa vadede sona erecek gibi görünmemektedir. Farklı bir çok grubun elinde
parçalanmış bir Suriye’de kısa vadede çözüm imkansız görünmektedir(harita 1).
Harita 1 : Suriye’deki parçalanmışlığı gösteren harita
[1] Marcus Corbin, “Bush’un Ulusal Güvenlik
Stratejisi”, 2023 Dergisi, Kasım 2002, s.10.
[2] George W. Bush, “President Bush Outlines Iraqi
Threat”, Remarks by the President on Iraq, October 7, 2002, Office of the Press
Secretary, <www.whitehouse.gov/news/ releases/2002/10/print/20021007-8.html>,
20 Kasım 2009.
[3] George
W. Bush, “National Security Strategy 2006”, 16 Mart 2006, s. 1,
http://nssarchive.us/NSSR/2006.pdf
[4] Yalçın,
Hasan Basri, Küresel ve Bölgesel Aktörlerin Suriye Stratejileri, s:28
[5] Yalçın,
Hasan Basri, Küresel ve Bölgesel Aktörlerin Suriye Stratejileri, s:29
[6] Yalçın,
Hasan Basri, Küresel ve Bölgesel Aktörlerin Suriye Stratejileri, s:31
[7] Barack
Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:7
[8] Barack
Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:9
[9] Yalçın,
Hasan Basri, Küresel ve Bölgesel Aktörlerin Suriye Stratejileri, s:34
[10] Barack
Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:28-34
[11] Barack
Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:41
[12] Barack
Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:43
[13] Barack
Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:46
[14] Barack
Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:47
[15] Tongfi
Kim, “Why Alliances Entangle But Seldom Entrap States “, Security Studies,
Cilt:20, Sayı:3, s:350-377
[16] James
Morrow, “ Alliances and Asymmetry: An Alternative to the Capability Aggregation
Model of Alliances”, American Journal of Political Science, Cilt:35, Sayı:4,
(1991), s:904-933
[17] Michael
Weiss, “Russia’s Return to the Middle East” , the American İnterest, 13 Aralık
2013.
[18] Reid
Standish, “Russian Troops are in Syria, and We have the Selfies to Prove it”,
Foreign Policy, 8 Eylül 2015.
[19] “Lavrov
Confirms Russian Military Present in Syria to Deliver Arms to Army”, Sputnik
News, 10 Eylül 2015.
[20] “ Rusya
Suriye’deki Savaşın Gidişatını Değiştirdi”, Sputnik Türkiye, 23 Ocak 2016.
[21]
“Putin’i Esad için İranlı General Kasım Süleymani mi İkna Etti?”, T24, 8 Ekim
2015.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder