Türkiye’nin
Toplumsal Muhayyilesi
21. yüzyıla büyük bir dinamizmle giren
Türkiye, iç ve dış siyasetteki özelliklerini gözden geçiriyor ve kendini
uluslararası sistem içerisinde yeniden konumlandırmaya çalışıyor. Türkiye’nin
çoğul modernite tecrübesini ve çok kutuplu küreselleşme sürecini fırsata
dönüştürme çabası, aynı zamanda kendi tarih, medeniyet ve kültür birikimini
esas almasını da zorunlu kılıyor. Son yıllarda siyasetten hukuk sistemine,
ekonomiden dış politikaya farklı alanlarda yaşanan büyük dönüşüm, yeni bir
Türkiye paradigmasının doğmaya başladığının işaretlerini veriyor. Bu süreçte
Türkiye tecrübesini özgün kılan temel unsur, bir tarafta kendi köklerine
dayanması, öbür tarafta dünyaya açık ufuk perspektifinden bakabilme imkanına
sahip olmasıdır.
Türkiye’deki değişimi tetikleyen ana
dinamiklerin sadece uluslararası sistemde yaşanan gelişmeler yahut küreselleşme
olduğunu iddia etmek hatalı ve indirgemeci bir hüküm olur. Hiçbir yapı sadece
dış etkenlere bağlı olarak değişmez. Her değişimde iç ve dış etkenler vardır,
etki oranları farklı olsa da.
Türkiye’nin ben-tasavvurundaki dönüşüm,
ülke içindeki ulusal sorunlarımıza nasıl yaklaştığımızı da belirliyor. Düne
kadar tabu kabul edilen ve çözülemez addedilen pek sorun, dokunulmaz olma
niteliğini yitiriyor. Din, devlet, birey, toplum, cemaat, kimlik, siyaset,
kültür, sanat, özgürlük, demokrasi, insan hakları, şeffaflık kavramları
üzerinden yapılan “büyük Türkiye tartışması”, yerel ile küreselin, tarih ile
bugünün, gelenek ile modernliğin, birey ile cemaatin, dini olanla sekülerin,
merkez ile çevrenin iç içe geçtiği bir zeminde cereyan ediyor ve yeni
fırsatlara ve meydan okumalara kapı aralıyor. Türkiye’nin önündeki büyük
fırsat, bu dinamizmi Farabi’nin “erdemli şehir” diye tarif ettiği sosyo-politik
düzlemde ve geniş medeniyet tasavvuru içerisinde meczedebilme imkânına sahip
olmasıdır.
Bu tasavvuru hayata geçirebilmek için
Türkiye’nin yeni bir muhayyileye ihtiyacı vardır. Çarpık modernleşme
tarihimizin sırtımıza bindirdiği yüklerden kurtulmanın yolu, temel hak ve
hürriyetleri esas alan, hesap verilebilirlik ve şeffaflık ilkelerine dayalı bir
siyasi-hukuki sistemin inşa edilmesinden geçmektedir. Türkiye’nin darbelerle ve
hukuk dışı müdahalelerle sekteye uğrayan inişli çıkışlı demokrasi tarihi,
siyasi sistem tartışmalarını zorunlu kılmaktadır. Suiistimale açık, baskıcı ve
totaliter bir sistem, insanın en temel hakları olan hayatının, aklının,
hürriyetinin, nesebinin ve izzetinin korunmasını garanti altına alamaz.
Hiçbir sistem, ne kadar mükemmel
tanımlanırsa tanımlansın, bir dizi soyut kuraldan ibaret değildir. Trafik
kuralları gibi temel sosyal kurallara bile uymak belli bir toplumsal olgunluğa,
sorumluluk bilincine, sahiplenme duygusuna, mekân algısına ihtiyaç vardır.
Doğru tanımlanan bir siyasi-hukuki sistemin yaşayan bir gerçeklik haline
gelmesi, bireylerin ve toplumun o sistemin dayandığı ilkeleri kabullenmesine ve
yaşatmasına bağlıdır. Siyasi sistem ve hukuk düzeni tartışmalarında ihmal
edilen tarih, kültür, millet, gelenek, hafıza ve ortak tasavvur unsurları
sistemin soyut kurallarından daha önemlidir. Sistemin dayandığı ilke ve
kuralların insanların maşeri vicdanında, hafızasında, irfanında, tasavvurunda,
muhayyilesinde neye tekabül ettiğini dikkate almak zorundadır.
Türkiye’nin yeni toplumsal muhayyilesi,
değer merkezli ve erdemli bir toplumun inşası için gerekli olan zemini ifade
eder. “özgürlükten” feragat etmeden “anlamlı” bir hayat yaşamak, modernitenin
temel çıkmazlarından biridir ve bu ikilem, Türkiye’nin toplumsal ve moral
tercihlerini kendi özgün şartlarında derinden etkilemeye devam etmektedir.
Özgürlük ile anlam, seçme hürriyeti ile ilke, çoğulculuk ile düzen arasında
denge kurabilen bir toplumsal muhayyile, bizi bu değerler arasında bir tercih
yapma ikileminden kurtarır. Özgürlük, yenilik ve yaratıcılık adına geleneği,
toplumu ve düzeni reddetmek bir seçenek olmaktan çıkar. Türk modernleşmesinin
temel çıkmazı, Kant’ın “antinomi”lerine benzer ikilemler üretmesi ve bunların
yarattığı krizlerden kurtulamaması olmuştur.
Türkiye’nin yeni dinamikleri, genç nüfusu,
demokratikleşme talebi, katılımcı kültürü, ekonomik potansiyeli, milli
güvenliği, bölgesindeki etkinliği ve yükselen küresel profili, yeni toplumsal
muhayyilenin doğuşunun işaretlerini vermektedir. Önümüzdeki on yıllarda
Türkiye’nin temel mücadelesini, eski korkularından ve yüklerinden kurtulması ve
yeni toplumsal muhayyile inşa etme çabası belirleyecektir. Bu yeni inşa süreci,
aynı zamanda tarihimizle, Osmanlı’yla, Cumhuriyet’le gelenekle, modernlikle,
Avrupa’yla, Ortadoğu’yla, Afrika’yla, mevcut dünya düzeniyle, siyasetle,
ekonomiyle, küreselleşmeyle yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı tazammun etmektedir.
Bu inşa sürecini başarıyla yürüten bir
Türkiye, 21. yüzyıl dünyasında kendi sıkletiyle mütenasip bir konuma gelecek ve
temel sorunlarını çözecek kapasiteye ulaşacaktır. Tarihinden gocunmayan,
coğrafyasından kaçmayan, milletin aklına, irfanına ve vicdanına güvenen bir
Türkiye, toplumsal muhayyilesini kendi his, hayal ve akıl dünyasından hareketle
inşa edecek ve kendi gücünün farkına varacaktır. Türkiye’nin yeni toplumsal
muhayyilesi, bu ülkenin gerçek potansiyelini ortaya koyacak ve onun
“parçalanmış”, “mühtedi”, “sığıntı”, “Avrupa’nın hasta adamı”, “ayrık otu”,
“travmatik” gibi sıfatlarla anılan bir ülke olmaktan çıkartacaktır.
Türkiye’nin travmatik kimliklerden ve
vehmi korkulardan kurtulması, zaman ve mekan tasavvurunun derinlik kazanmasını
ve tarih ve coğrafyanın normalleşmesini sağlayacaktır. Fakat her inşa çabası,
“buraya nasıl geldik?” sorusunun açık ve samimi bir şekilde tahlil edilmesine
bağlıdır. Bunun için önce mevcut durumun ortaya çıkmasına neden olan tecrübeyi
gözden geçirmemiz ve yakın tarihin bizi getirip bıraktığı noktaya dair sahici
ve samimi bir muhasebe yapmamız gerekiyor.
Türkiye, din (“irtica”) ve millet
(“bölücülük”) korkularını aştığı oranda bir normalleşme süreci yaşamaktadır.
Bazılarının vehmettiğinin aksine, Türkiye ne dini özgürlükler yayıldığı için
teokratik bir devlet ve gerici bir toplum haline geliyor ne de etnik kimlikler
ifade özgürlüğüne kavuştukça bölünüyor ve parçalanıyor. Aksine, Türkiye’nin
temel sorunu yıllarca çağdaşlık, istikrar, düzen ve birlik-beraberlik adına
temel özgürlük alanlarını baskı altına almaya çalışması olmuştur. Türkiye bu
korkularından ve vehimlerinden kurtuldukça hem iç siyasetinde hem de dış
politikasında normalleşiyor ve kendisiyle, tarihiyle ve coğrafyasıyla
barışıyor. Zihin ve muhayyile dünyamızda hayata geçirmek zorunda olduğumuz bu
büyük barış, Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve toplumsal potansiyelini tüm
yönleriyle harekete geçirecek ve onu gerçek manada yükselen bir güç haline
getirecektir.
Bu noktada Türkiye devleti, bürokratı,
siyasetçisi, askeri, aydını, kanaat önderi, din adamı, kısaca toplumun tüm
aktörleriyle, kendi kendine ürettiği tüm korku ve vehimlerinden kurtulduğu
oranda normalleşmekte ve kendine ve etrafına yeni bir özgüvenle ve açık zihinle
bakabilmektedir. Türkiye siyasi ve ekonomik manada küçüldükçe toplumsal ve
siyasi mekan daralmakta ve toplumsal ve farklılıklar bir çatışma unsuru haline
gelmektedir. Bu yüzden Türkiye korku ve vehimlerinden kurtulurken aynı zamanda
muhayyile kabiliyetini güçlendirmek ve açık ufkunu genişletmek durumundadır.
Türkiye’nin zihin muhayyile dünyasının
“normalleşmesi” aynı zamanda bir “norm”a kavuşması ve belli kural, ilke ve
değerlere bağlı hale gelmesi demektir. Bu manada normalleşme, sıradanlaşmayı
değil, yaşadığımız siyasi-sosyal tecrübenin belli bir atıf çerçevesinde anlam
kazanmasını ifade eder. Türkiye’nin kendi tarihiyle ve coğrafyasıyla barışması,
iç ve dış sorunlarını doğru tanımlamasına imkan sağlamakta ve yeni fırsat
alanları sunmaktadır. İnsan hakları, birey-devlet ilişkisi, Kürt sorunu, Alevi
kimliği, dini azınlıklar gibi temel sorunların çözüme kavuşturulması, bu barış ve normalleşme süreciyle mümkün
olacaktır.
Ahlak
ve Hukuk İlişkisi
Ahlak ile hukuk
arasındaki ilişki toplum düzeninin temelini oluşturur. Bu ilişki erdemli bir
toplum modeli açısından daha hususi ve ağırlıklı bir öneme sahiptir. Ahlak,
iyi-kötü ve doğru-yanlış değerlerinin ortaya koyduğu tutum ve davranış
kurallarını ifade eder. Ahlaki değerlerin öncelikli muhatabı bireydir. Zira adil
olmak, iyilik yapmak yahut yalan söylememek gibi ahlaki normlar, bireylerin
önce kendi vicdanlarında kabul etmeleri gereken değerlerdir. Fakat bu ahlaki
kurallar toplum ve kamu düzeni için de bağlayıcı niteliklerdir ve hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasında bir temel teşkil eder.
Hukuk, bir otorite (örneğin devlet, din,
aşiret konseyi, vb.) marifetiyle yasal ve bağlayıcı nitelik kazanan kurallar
bütününü ifade eder. Hukuk ilkeleri açık-seçik ve evrensel, yani herkese
uygulanabilir olmak zorundadır. Hukukun bu bağlayıcı niteliğini teminat altına
alan, adil ve eşit uygulanmasını sağlayan, toplumun kabul ettiği temel otorite
genellikle devlettir. Devletin bizatihi kanun koyucu ve hukuk koruyucu bir
otorite olup olmadığı felsefi açıdan tartışmaya açıktır. Zira bir topluluğun
birlikte yaşama iradesinden vücut bulan devlet, siyasi meşruiyetini ve hukuki
gücünü onu var eden topluluktan alır. Devletin yasalaştırdığı ve uyguladığı
hukuk kuralları son tahlilde bir topluluğun üzerinde ittifak ettiği ve benimsediği
değerler ve kurallar bütünüdür. Devletin asli fonksiyonu bu ahlaki ve hukuki
kuralların adil ve şeffaf bir şekilde uygulanmasını sağlamaktır.
“Bitmemiş
Bir Proje” Olarak Cumhuriyet
Habermas, moderniteye yönelik
anti-modernist ve post-modernist eleştirileri değerlendirirken bu tenkitlerin
hatalı bir varsayımdan hareket ettiğini söyler. Ona göre modernite henüz
“bitmemiş bir proje”dir. Modernite, aydınlanmanın başlangıçtaki ideallerinden
sapmış ve köklerine aykırı bir şekilde totaliter ve kapalı bir
ideolojik-siyasal sistem haline gelmiştir. Habermas, moderniteye iki
beklenmedik unsurun “çelme taktığını” ve onu tökezlettiğini düşünür. Bunlar
küresel kapitalizm ve araçsal rasyonalitedir. Küresel kapitalizm, sermaye
birikimi ve emeğin metalaştırılması sayesinde adalet ilkesini sarsmış ve
küresel düzeyde büyük haksızlıkların ve dengesizliklerin ortaya çıkmasına neden
olmuştur. Uluslararası şirketler, tüketim kültürü ve çok uluslu şirketlerin
yönettiği piyasa ekonomisi, küresel kapitalizmi modernitenin yegane
ekonomi-politik sistemi haline getirmiştir. Bu birinci sapmadır.
İkinci sapma, insanın aklını nasıl
kullanacağı ve varlıkla nasıl ilişki kurduğu meselesiyle ilgilidir. Araçsal
rasyonalite, “niçin?” sorusunun yerine “nasıl?” sorusunu ikame etmiş ve
eylemlerimizin ontolojik temeli haline gelmiştir. “Neden” ve “niçin”
sorularının tazammun ettiği gaye, hikmet, sebep, mana gibi temel kavramlar bir
kenara bırakılmış; “nasıl” sorusunun cevapladığı fayda, iş görebilme,
işlevsellik, verimliliği artırma, geçerlilik gibi hedefler üzerinde
odaklanılmıştır. Bir başka ifadeyle, eylemlerimize anlam veren ilkelerin yerini
iş yapma süreçleri ve prosedürler almıştır. Araçsal akıl, insan-tabiat
ilişkisinden bilim ve teknolojiye, kültür yaşamından estetik kavramına kadar
hayatın her alanını kapsadığı için, çağımızın siyaset, toplum, ekonomi, sanat
kodlarını da belirlemekte ve her şeyi araçsal hale getirmektedir. Bu
araçsallaşmanın nihai kertede neye hizmet ettiği sorusu da muğlaklaşmaktadır;
zira araçların (medium-media) tanımladığı bir dünyada, araçsal ilişkilerin
ötesinde ve üstünde düşünme ve hissetme imkanı giderek ortadan kalkmaktadır.
Araçsal rasyonaliteye karşı Habermas, “iletişimsel rasyonalite” (communicative
rationality) kavramını savunur ve aklın asli işlevini, sağlıklı ve açık bir
iletişim ortamında yerine getirebileceğini söyler.
Cumhuriyetin kapalı bir sistem haline
getirilmesi ve bir millet değil devletçilik ideolojisine dönüştürülmesi,
imparatorluğun ardından yeniden millet olma projesinin temel sapmalarından
biridir. Milletin müşterek hafızasına, tarihine ve irfanına yabancılaşmış ve
büroktratik elitizme indirgenmiş Cumhuriyet, hem Osmanlı-İslam geleneğine hem
de Batı’nın eleştirel geleneklerine karşı kapalı bir sistem haline gelmiş ve
kendini bu şekilde güvence altına altına almaya çalışmıştır. İslam
medeniyetiyle ilişki kurmayı gericilik ve zaman-dışılık olarak kurgulayan
kadrolar, aynı şekilde Batı’da ortaya çıkan Avrupa-merkezciliğe yönelik
eleştirilere de zihinlerini kapatmışlardır. Modernitenin kendini aşma çabaları,
Türk modernleşmesinin zayıf kökleri ve yüzeyselliği dikkate alındığında,
Türkiye’de derin sarsıntılara yol açabilir ve yeni bir paradigma inşasını
zorunlu kılabilirdi. Ülke içindeki siyasi güç mücadelesiyle birleştiğinde bu durum,
Cumhuriyetin siyasi ve zihinsel olarak kapalı bir sistem haline gelmesi
sonucunu doğurmuştur.
Oysa köklü bir hukuk sisteminin,
demokratik kurumlarının ve erdemli bir toplumun inşa edilmesi anlamında
Cumhuriyet kapalı bir sistem değildir ve bu manada “bitmemiş bir projedir”. Bu
bitmemişlik, Cumhuriyetin ve demokrasinin devam eden, sürekli gelişen, derinlik
kazanan, yeni ufuklara açılan bir yönetim modeli olmasıyla ilgilidir.
Tamamlandığını ve bittiğini iddia eden siyasi-toplumsal düzenler, kapalı bir
sisteme dönüştüklerini ve sonlarının geldiğini de ifade etmiş olurlar. Bu
yüzden bir tarafta tarihe ve toprağa dayanan, öbür tarafta bugüne ve geleceğe
“açık ufuk” zaviyesinden bakabilen milletler kendi iç dinamiklerini muhafaza
edebilir ve yeni meydan okumalar karşısında yeni inisiyatifler
geliştirebilirler. Bir millet rejimi olarak Cumhuriyet, dinamizmini, uzviyetini
ve hayatiyetini bu niteliğinden alır.
Burada Cumhuriyetin dört temel unsurunu
hatırlayalım: Cumhuriyet milletin iradesine, hukuk düzenine, bir vatan
mefhumuna ve tarihi hafızaya dayanan siyasi düzenin adıdır. Bu dört unsur
birbirini tamamladığı ve desteklediği ölçüde Cumhuriyet, millet-merkezli bir
erdemli toplum hedefine yaklaşır. Bu unsurların doğru tanımlanması ve
aralarındaki ilişkinin sağlam ve tutarlı bir zemine oturtulması, akıl ile
gelenek, birey ile toplum, ahlak ile hukuk, değer ile özgürlük ve sistem ile
aktör arasındaki dengeni kurulması açısından hayati öneme sahiptir.
Bu dört unsur Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluş felsefesinin temel yapı taşlarını oluştur. Bu dört unsurun birbirine
yaklaştığı ve uyum içinde olduğu dönemlerde, Türkiye siyasi özgürlükler ve
toplumsal dinamikler açısından büyük açılımlar yapabilmiş; bu değerlerin askıya
alındığı ve yıprandığı dönemlerde ise Cumhuriyet olma vasfını büyük oranda
yitirmiştir. Cumhuriyet dönemi siyasi tarihi, bu kurucu değerlerin genişleyip
derinleşmesiyle daralıp kaybolması arasındaki mücadelenin tarihi olarak da
okunabilir. Aynı şekilde Türkiye’nin düşünce ufku, Batı’yla ve dünya sistemiyle
olan ilişkisi ve kendini dünyada konumlandırma biçimi, bu temel değerlere
yüklediği anlamlara göre kabz u bast halleri içerisine girmiş ve med-cezirler
yaşamasına neden olmuştur.
Bir
Medeniyet Muhasebesine Doğru
Mekanistik medeniyet anlayışının yarattığı
sorunlara dikkat çeken Jeremy Rifkin, alternatif bir tez olarak “empatik
medeniyet” kavramını geliştir ve “homo sapien artık homo empaticus’a dönüşüyor”
der. Aydınlanmanın rasyonalist filozoflarının zannettiğinin aksine insan sadece
hesapçı bir akıl, narsistik bir ben-algısı, çıkarcılık ve ayakta kalma
güdüsüyle hareket eden bir varlık değildir. İnsan aynı zamanda hisseden,
merhamet eden, başkaları için kaygı duyan, özveride bulunan, fedakarlık
yapabilen, paylaşan, sosyal dayanışmaya ve etkileşime açık bir varlıktır.
Günümüzün mekanistik-bireyci hayat anlayışı ve toplum düzeni, insanların
birbiriyle empati kurmasını sağlayacak bir iklim sunmamakta, tersine insandaki
bencil ve tahripkar özellikleri tahrik etmekte ve onları adeta bir yaşam şartı
haline getirmektedir. Oysa insanın empati kurabilmesi, ötekine açılabilmesi
insan oluşunun temel özelliklerinden biridir. Sonuç olarak, “empati kurmak
medeni olmaktır”.
Fakat Rifkin’in bu iyi niyetli girişimi,
Kartezyen sübjektivizmin ve araçsal rasyonalitenin sınırlarını aşmak için
yeterli değildir. Modern medeniyet anlayışının varlık tasavvurunu ve tabiat
felsefesini köklü bir şekilde gözden geçirmeden kendini varlığın merkezinde
gören insanın psikolojik repertuarına bir takım ahlaki ve duygusal vasıflar
eklemek sorunu çözmeyecek, tersine bilen öznenin ben-merkezci tutumunu daha da
güçlendirecektir. Zira varlık hakkındaki bilgimizi düzeltmeden ahlaki erdemlere
sahip olmak mümkün değildir. Çağdaş medeniyetin ürettiği fizikalist evren
anlayışının aşılması, varlığın bütün olarak yeniden ele alınmasına ve Sadra’nın
“varlığın evi” dediği gerçeklik düzeyinin yeni bir bilinç ile idrak edilmesine
bağlıdır. Medeni olmak aynı zamanda eşyanın tabiatına uygun davranmak ve
böylece adaleti tesis etmek ise, varlığın zati nitelikleri ve anlamı üzerinde
yeni bir tefekkür süreci başlatmak gerektiği aşikârdır. İster tekil manada
insanlık medeniyetini ele alalım isterse de çoğul manada farklı kültür ve
medeniyetleri esas alalım, tarihin bundan sonraki seyri, nasıl bir varlık
tasavvuruna ve medeniyet kavramına sahip olduğumuza göre şekillenecektir.
İslam,
Şiddet ve Barış: Temel Kaynaklara Bir Bakış
Harita: Dünya
Yaşayan Dinler Haritası
Din, şiddetin kaynaklarından biri midir?
Bu soru dinle bir şekilde ilişkili pek çok
insanın zihnini meşgul etmektedir. Dini eleştirenler açısından bu sorunun
cevabı genellikle olumludur ve bunun tarihsel örneklerini zikretmek kolaydır.
Rene Girard’ın dinlerdeki kurban ibadetlerini şiddet eğilimleri olarak tasvir
etmesinden farklı dini geleneklerin dışlayıcı iddialarına kadar pek çok şeye
bakarak, dinlerin hem sosyal hem de teolojik düzeylerde şiddet ürettiği
sonucuna varılabilir. Çoğu kez yapıldığı üzere, Ortaçağ Avrupa’sındaki Haçlı
Seferleri veya engizisyon mahkemeleri veya İslam tarihindeki Cihat hareketleri
göz önüne alınarak, her iki dini geleneğin tarihinin de, bir savaş, çatışma,
şiddet, parçalanma ve zulüm tarihinden başka bir şey olmadığı iddia edilebilir.
Baştan kabul edilmiş olan sonuç açıktır: İnsanlar dindar oldukları nisbette
şiddete meyyaldir. O halde bu problemin çözümü, dünyanın kutsaldan arınmasıdır
(de-sacralizastion). Dinlerin, özellikle de bazılarının, sekülerleştirilmesi,
modernleştirilmesi gerekir ki böylece şiddet içeren özlerinden ve miraslarından
kendilerini kurtarsınlar.
Tayfın diğer ucunda ise dinden kaynaklanan
şiddeti en iyi ihtimalle bir tezat ya da en kötü ihtimalle kendi dini inancının
tahrifi olarak gören mümin vardır. Dinler şiddete davet etmezler. Aslında dini
öğretiler barış yanlısıdır, gök ile yeryüzü arasındaki, Yaratan’la yaratılmış
arasındaki kadim ahengi yeniden tesis etme amacı güderler. Ancak bazı dini
öğretiler ve hisler, siyasi kazançlar uğruna şiddeti tahrik etmek üzere
istismar edilir. Din adına şiddete başvurulur, fakat din şiddete müsamaha
göstermez. Sekülarizm taraftarının dine karşı öne sürebileceği tek geçerli
eleştiri, dinlerin kendilerini böyle istismar ve suiistimallerden koruyacak
etkili yöntemler geliştiremedikleridir. Juergensmeyer’in modern dönemde dini
kökenli şiddete dair kapsamlı çalışmasında da gösterdiği gibi, şiddet dini ve
kültürel sınırlar tanımaz ve kolayca yer bulabilir. Her halükarda, kendi
adlarına kuvvet kullanımını engellemenin yöntemlerini bulmakta başarısız
oldukları müddetçe dinler hücuma maruzdurlar. Bu hücum, müntesiplerinin
zihinlerine ve kalplerine barış ve şiddet-karşıtlığı bilincini yerleştirmekte
başarısız oldukları zaman daha da acımasızdır. Kısaca, dinler bizatihi şiddet
kaynağı olarak görülemez. Sadece onları kötüye kullanan bazı insanlardan
bahsedilebilir.
Her iki görüşün de kuvvetli delilleri
vardır ve din ile şiddete dair önemli noktalara işaret ederler. Ancak her iki
yaklaşım da dinin sabit bir tanımına dayandığı için eşit derecede hatalıdır. Ve
her iki görüş de dinlerin farklı ve zengin tecrübelerini gelenekteki tarihsel
bir kesite yahut görüşe indirgerler. İslam ve şiddetten yahut Hinduizm ve
savaştan bahsederken, genellikle başvurulan yöntem kutsal metinlere bakıp,
onların uygulamasından veya uygulanmamasından kaynaklanan tarihsel gerçeklerle
metinleri karşılaştırmak ve çelişkilerini göstermektir. Kutsal metinle tarihsel
uygulama arasında uygunsuzluk bulunan dönemleri, o dinin tarihindeki kırılma
noktaları, yani mensuplarının o dinin metinlerinin vaaz ettiği ölçülere sadık
kalmadığı anlar olarak tasvir ederiz.
Her ne kadar bu yaklaşımın belli
avantajları varsa da, bu yaklaşım dini metinlerin nasıl yorumlanıp
mensuplarının gündelik tecrübelerinin bir parçası haline geldiğini dikkate
almaz. Dini bakımdan bağlayıcı olan metinlerin, mensuplarının müşahhas
tecrübeleri çerçevesinde nasıl okunduğuna, keşfedildiğine ve
zenginleştirildiğine bakmak yerine, metni tarihten ayırırız ve metnin ve/veya
bütün tarihin metinle ilgili temelinin tarihsel olarak masum olduğunu farz
ederiz.
Bu görüş, kutsal metinlerin merkezde
olduğunu inkar etmek değildir. İslam söz konusu olduğunda, Hz. Peygamberin
sünneti ile birlikte, Kur’an İslami dünya görüşünün ana kaynağıdır. Üzerinde
konuşabileceğimiz farklı yorumlar son tahlilde tek bir metnin yani Kur’an’ın
yorumlarıdır. Sufi, Hanbeli, Vahhabi yahut modernistler tarafından farklı
şekillerde okunan tek bir metin vardır ortada. Hz. Peygamberin sünnetinin
İslami dünya görüşünün ve dini hayatın bir parçası olması, kutsal metnin
Müslümanların müşahhas tecrübeleri çerçevesinde okunup yorumlandığını teyit
eder. Aslında, daha sonraki kuşakların manevi ve ahlaki örnekleri haline gelmiş
olan ilk Müslümanlar Kur’an’ı Hz. Peygamberin rehberliğinde ve öğretmenliğinde
bu şekilde öğrenmiştir.
Siyasi-Hukuki
Bağlam: İslam Fıkhı ve Barış Sorunu
Savaş, barış, cihat, dini azınlıklar ve
daru’l-İslam, daru’s-sulh, daru’l-ahd ve daru’l-harb gibi dini-siyasi
bölümlemelere dair şer’i hükümler, İslam milletler hukukunun önemli bir
parçasıdır. Bunların bağlamsal ve tarihsel yorumu, hem modern İslam
araştırmaları hem de Müslümanların kendileri için önemli bir sorun teşkil eder.
Hicri ikinci asırdan başlayarak fakihlerin bu konudaki görüşlerini tahlil
ederken görülen son derece yaygın bir eğilim, bazı fakihlerin görüşlerini
İslam’ın bütün zamanlara ve mekânlara uygulanabilir “sahih” (orthodox) yorumu
diye sabitlemektir. İslam hukukunun Kur’an’ın ve sünnetin nihai otoritesine
dayandığı teslim edilse de, hukuki kurallar olarak şeriat Müslüman alimlerin ve
cemaatlerin farklı zaman ve şartlara uyum sağlamaları için onlara ciddi bir
özgürlük ve hareket alanı verir. İlk dönemlerdeki Müslüman alimler, fakihler,
müfessirler, hadis alimleri ve tarihçiler bu özgürlük alanının farkındaydılar
ve böylece İslam’da çeşitli hukuk okullarının ve görüşlerin ortaya çıkıp
gelişmesine katkıda bulundular. Ne var ki, şeriatın bu ‘adapte edici’ ve esnek
tabiatı sadece Batı bilim camiasında değil aynı zamanda İslam dünyasında da
önemli ölçüde göz ardı edilmiştir. Günümüz dünyasında da bu durum, şeriatın
öğretilerinin ve dolayısıyla bizzat İslam’ın asli bir barış ve bir arada var
olma kültürüne teminat vermediği şeklinde tekrarlanan sonuca götürmüştür.
Savaş ve barışla ilgili olan geleneksel
şeriat hükümlerinin hukuki-siyasi veçhelerini tahlil etmek içi, tartışmamızı
birbiriyle ilişkili üç mevzu ile sınırlayacağız. Birincisi dahili ve harici
saldırılara karşı Müslüman topluluğun kendini savunma hakkı ve ilk
Müslümanların Mekke döneminin açık “pasifizm”inden Medine döneminin
“aktivim”ine geçişidir. Bu mevzu zorunlu olarak saldırıya (offensive) veya
savunmaya yönelik (defensive) savaş olarak cihat meselesini ve onun Batı
geleneğinde jus ad bellum konusuyla olan ilişkisini gündeme getirir. İkincisi,
bazı fakihlerin, yani İmam Şafi’i’nin ve Hanefi fakih Muhammed es-Serahsi’nin,
Müslüman devletlerin dini sebeplerle toprak genişletmesinin meşruiyetiyle
ilgili hukuki görüşlerinin siyasi bağlamıdır. Bazı çağdaş bilim adamları, Şafi’î’nin,
inançlarından dolatı gayrimüslimlere karşı cihat yapılmasını meşru gören
yorumlarını orantısızca abarttılar. Üçüncü mevzu, dini azınlıklara, yani
zımmilere, İslam hukukunda nasıl muamele edileceği ve onun İslami gelenekteki
dini çeşitlilik ve kültürel çoğulculukla ilgisidir.
Sosyo-Kültürel
Bağlam: Çatışma, Bir Arada Var Olma ve Barış
İslam muayyen bir kültürel kimlik formu
emretmez. Bunun hem temel öğretilerden hem de tarihten kaynaklanan sebepleri
vardır. İslam geleneğinde merkezi bir dini otorite veya din adamları sınıfı
yokluğu, dini işlerin kamuya ait alanda düzenlenmesini belirleyecek bir model
olarak otoriter yapıyı engeller. Hukuk okullarının çokluğu ve onlar arasındaki
görüş farklılıkları buna delalet eder. Bu vakıa Müslümanlar tarafından çoğu
zaman bir gurur hissiyle belirtilse de, İslam geleneğinde yerleşmiş ve yaygın
kabul görmüş görüşlerin varlığını ortadan kaldırmaz. Belli bir inançlar ve
ameller kümesini, meşru bir şekilde, sahih ve orta yol olarak kabul
edebileceğimizi farzedersek, bu küme merkezileştirilmiş bir hukuki kararlar
yekununa değil, ümmetin nesiller boyunca oluşturulmuş icmasına dayanır. Sahih
ve orta yola ait ilkeleri belirleme süreci, sadece fukahanın tekelinde
değildir. Orta yolun tespiti ve yaşanması, pek çok sosyal etken ve aktör
tarafından şekillendirilir. Bu aktörler arasında edebiyatçıları, dervişleri,
velileri, “zındıkları”, ozan ve şairleri, falcıları, siyasi liderleri,
yöneticileri, bilim adamlarını, sanatçıları, tüccarları, diplomatları,
filozofları ve kelamcıları bulmak mümkündür. Dini otoritenin görece ademi
merkeziyetçi yapısı, hem merkeziyetçi ve otoriter modellerin gelişmesinin önünü
kesmiş, hem de bir meşruiyet ve özgünlük sorununun doğmasına neden olmuştur.
Bazıları, ki bunlar arasında Vahhabi diye bilinenler ve bazı oryantalistler
vardır, bu durumu İslam’ın kurallarından bir sapma olarak görmüşler, İslam
tarihinin İslami olmaktan ziyade, çelişkili bir nitelik arz ettiğini iddia
etmişlerdir. Ulemanın tasarladığı mükemmel şeriat toplumu ile Müslüman toplumların
pratikleri arasında açık tutarsızlıklar olduğunu kabul etsek bile, bu sağlıklı
bir gerilimdir ve fakihlerin katı bir şekilde metne-dayalı, nispeten soyut ve
indirgemeci bir şekilde hukukçu yaklaşımlarına karşı, bir “kontrol ve dengeler”
mekanizması olarak işler.
Çoğulculuk
ve Kimlik Siyaseti
Günümüzün çoğulculuk tartışmaları, kimlik
tartışmalarının aldığı yeni şekiller hakkında bize fikir veriyor. Modern
devlet, geleneksel toplumların esnek, geçişken, çok katmanlı ve ademi
merkeziyetçi kimliklerin yerine katı, tek-boyutlu ve merkezi kimlikler inşa
etmeye çalıştı. Bu büyük dönüşümün yol açtığı kültürel travmalar hala devam
ediyor. Bu manada kozmopolit kimlik tanımları, kimlik siyasetinin yön verdiği
iktidar ilişkilerinin sorgulanması açısından önemli imkanlar sunmaktadır. Katı,
indirgemeci ve dışlayıcı kimlik tanımları yerine vurgunun kimliklerin
geçişkenliği ve dinamik yapısı üzerine yapılması, katı ve ideolojik kimlik
tanımlamalarının aşılmasına yardımcı olabilir. Fakat bunu genelleştirmek ne
kadar mümkün? Herkesin melez, kozmopolit, çok kültürlü, çok kimlikli olduğu ya
da olacağı varsayımından hareketle bir toplumsal düzen kurulabilir mi?
Bugün mutlak ve katı kimlik tanımlarının
yerine, hem derinliği olan hem de esnekliğe sahip kimlik tanımlarına
ihtiyacımız var. Kimliklerin esnek ve geçişken yapısını köksüzleşmeden ve
yabancılaşmadan benimsediğimiz zaman Türklerin Türklüğü, Kürtlerin Kürtlüğü,
Fransızların Fransızlığı, vd. bir sorun olmaktan çıkacaktır. Birbirimizin Türklüğünü,
Kürtlüğünü, Araplığını vs. bilinçli bir şekilde unuttuğumuz gün birbirimizi
kucaklayacak kadar yakın oluruz. Bunun için Türkiye’nin şu ana kadar referans
kabul ettiği etno-seküler kimlik tanımlarını aşıp, mirasçısı olduğu geleneğin
pozitif değerlerine geri dönmesi gerekiyor. Kısacası kimlik siyaseti yapmadan
kimliğimize sahip çıkabilmek için, kendimizi tarihin ışığında yeniden
tanımlamamız gerekiyor.
Türkiye çoğulcu bir ülke olmalı mı? “ortak
iyi”nin anlamını yitirdiği, ahlaki değerlerin rölativize edildiği, küresel
kapitalizmin bütün kimlikleri tekdüzeleştirdiği bir siyasi-kültürel sistemin
şekillendirdiği çoğulculuk, bizi ancak yeni kimlik çatışmalarına ve toplumsal
bunalımlara götürür. Türkiye farklı renk ve seslerini bir ahenge dönüştürecek
ve bundan milli bir güç devşirecekse, bunu ortak tarihi tecrübesine, ortak
gelecek tasavvuruna ve ortak aidiyet duygusuna dayandırmak zorundadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder