2 Mayıs 2017 Salı

KÜRESEL VE BÖLGESEL AKTÖRLERİN SURİYE STRATEJİLERİ





Giriş
     Bu çalışmada küresel ve bölgesel aktör kavramlarını, ve bu çerçevede ABD, AB, NATO, Rusya, Türkiye ve diğer aktörlerin politik, askeri ve ekonomik duruşlarını Suriye özelinde ele alacağız. ABD’nin tarihsel süreçte dış politikasında meydana gelen değişmeler nedensellik bağlamında dönemin şartları dikkate alınarak incelenecektir. Bu politik değişmeleri George W. Bush ve Barack H. Obama dönemlerinde ki değişmelerden hareketle açıklamaya çalışacağız.  Bu anlamda Bush Doktrini ile Obama Doktrininin içeriklerinden söz ederek başlayacağız.

ABD’nin Bakış Açısı
Bush Doktrini
      Bush yönetiminin politik düşüncelerini somutlaştıran ve Bush Doktrinini teşkil eden belge, ABD’nin 2002 Ulusal Güvenlik Stratejisi (The National Security Strategy of the United States of America-NSS)’dir. Bu belge, 11 Eylül terör saldırılarından yaklaşık bir sene sonra, 17 Eylül 2002’de imzalanmış ve 20 Eylül’de kamuoyuna açıklanmıştır. 33 sayfalık bu belge, giriş metnine ilave olarak dokuz bölümden oluşmaktadır. 
     Başkan Bush’un imzasını taşıyan belgenin giriş bölümünde yeni güvenlik stratejisinin amacı; “Dünyayı sadece daha güvenli değil, aynı zamanda daha iyi yapmak ve özgürlükleri destekleyen adil bir barış ortamı sağlamak”[1] şeklinde ifade edilmiştir. Bush, belgede yer alan üç sayfalık değerlendirmede, 20’nci yüzyılda totalitarizm ile özgürlük arasında yaşanan mücadelede özgürlüğün kazandığına işaret ederek, 21’inci yüzyıldaki mücadelenin de bu şekilde devam edeceğini vurgulamaktadır. Bush’a göre, uluslararası sistemin istikrarı ile insanlığın geleceği için 20’nci yüzyılda da galip gelmiş olan, temel insan hakları ile ekonomik ve siyasal özgürlüklere bağlı ulusların özgürlük, demokrasi ve serbest girişimi savunmaları gerekmektedir. Dünyaya özgürlük ve demokrasi götürme iddiasıyla Bush’un, Wilsonlaşma eğilimi gösterdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
      ABD’nin 2002 UGS’ni tanıtan kapak yazısında Başkan Bush, Bush Doktrini olarak bilinen temel unsurların altını şu şekilde çizmiştir: “Ulusumuzun yüzleştiği en ciddi tehlike radikalizm ve teknolojinin kesişmesinde yatmaktadır. Düşmanlarımız açıkça kitle imha silahlarına ulaşmaya çalıştıklarını beyan etmişler ve kanıtların gösterdiği üzere bunu azim ve kararlılıkla yapmaktadırlar. ABD bu çabaların başarıya ulaşmasına izin vermeyecektir. Balistik füzelere ve diğer dağıtım araçlarına karşı savunma inşa edeceğiz. Düşmanlarımızı tehlikeli teknolojileri elde etme çabalarından yoksun bırakmak ve onları ele geçirmek için diğer devletlerle birlikte çalışacağız
      Ayrıca meşru müdafaa konusunda ABD, bu tehditlere karşı onlar tam olarak oluşmadan önce harekete geçecektir. Biz en iyisini umarak Amerika’yı ve dostlarımızı koruyamayız. Bu yüzden düşmanlarımızın planlarını boşa çıkarmak için en iyi istihbarat ve tedbirli bir şekilde ilerleyerek hazırlıklı olmalıyız. Tarih yaklaşan tehlikeyi görüp harekete geçmekte başarısız olanları acımasızca yargılayacaktır. Girdiğimiz yenidünyada, barış ve güvenliğe giden tek yol, eylem yoludur.”[2]

Obama Doktrini
     Eskiden farklı olarak, Obama Doktrini’nin temeli doğrudan konvansiyonel çatışmalardan kaçınmaktan geçiyor. ABD bundan sonra Irak gibi büyük işgallere girmeyecek. En azından tek başına girmeyecek. Bunun yerine istihbarat, örtülü operasyonlar ve uluslararası işbirliğine ağırlık verilecek. Sorun olan bölgelerde nokta operasyonlar ile yerel ve bölgesel güçlere ağırlık verilecek. Bu bağlamda Obama silahlı insansız hava araçlarını önceki başkan Bush’tan bile daha yoğun bir şekilde kullanıyor. Aynı şekilde Irak’ı işgal etmedi ama Obama döneminde Libya’da Kaddafi, Mısır’da ise Hüsnü Mübarek koltuklarından oldu. Beşar Esad ise sallanan diş gibi.

     Tüm bu örneklerde başarıyı yerel güçleri silahlandırmak, bölgesel ülkelerin desteğini almak ve operasyonun siyasi ve mali yükünü müttefiklerle paylaşmak getirdi. Bundan sonra ABD aynı strateji ile hareket edecek ve büyük çaplı askeri operasyonlara asla tek başına girmemeye çalışacaktır. Elbette El Kaide ve benzeri yapılar ile mücadele ABD politikalarında yerini koruyacak. Ancak Obama Yönetimi 11 Eylül’den sonra politikaların adeta merkezinde yer alan bu tehdidin artık ‘abartılmaması’ gerektiği görüşünde.
     Suriye Savaşı Özelinde Obama Doktrini
     Arap Baharı, Bush döneminde meydana gelseydi eğer seyrinin Obama döneminden farklı olacağını, Abd’nin bu süreçte ki rolünün ve tarafının ne olacağını iki başkanın doktrinlerinden çıkarabiliyoruz. Birçok grup Suriye iç savaşına sürüklenip mücadele ederken ABD kenardan izleyerek kendi göreli gücünü artırmıştır. Obama döneminin felsefesi olan “beleşçilik”e (free rider) dayalı strateji gereği savaşa müdahil olunmaktan kaçınıldı hep. Böylelikle ağır savaş maliyetlerinden kaçınıldı ve savaşa dahil olan diğer aktörler hasar görürken ABD göreceli olarak güçleniyor.
     Obama’nın savaşa dahil olmamak için bir diğer geçerli sebebi de ikinci döneminin sonlarını yaşaması ve yaklaşan seçimlerden önce sorunlu ve nasıl sonuçlanacağı muamma olan bir savaşa girmemek. Bu durum yine doktrinle ilişkilidir.

Obama’nın Güvenlik Stratejisi
     Obama’nın iktidara gelişinin en önemli sloganları “ümit” ve “değişim” üzerineydi. Seçim sürecinde içeriye yönelik cesaretlendirici kavramlar kullanılırken dış politikaya yönelik değişim kavramları ön plandaydı. Özellikle dış politika ve güvenlik konularında Obama bütün söylemini kendinden önceki Bush yönetiminin alternatifi olarak kurguladı. Bush’un “teröre karşı savaş”[3] şeklinde ifade ettiği ulusal güvenlik stratejisinin tam tersinin benimsenmesi gerektiğini daha seçim kampanyasında dile getirmişti. Bu nedenle de Obama’nın özellikle Ortadoğu ülkelerinde daha mutedil, rasyonel ve yumuşak politikalar izleyeceği düşüncesiyle takdir edildiğini ve ümitle beklendiğini söylemek gerekir.[4]
     Obama iktidara geldiğinde beklentileri boşa çıkarmayacağını gösterdi. Bush yönetiminin yaptıklarının aksini gerçekleştirmek için çaba sarf etti. Irak ve Afganistan’dan çekilmek gibi önemli stratejik kararlar aldı ve beklenmedik bir hızla uyguladı. ABD’nin dünya siyasetinde sert, müdahaleci ve tek taraflı tavrını yumuşak, müdahil olmayan ve çok taraflı bir hale çevirmeye gayret etti. Sonuçta “Obama tarzı” diyebileceğimiz bir tarz oluşturdu.
     Obama’nın güvenlik stratejisi genel olarak mevzilenme (retrenchment) kavramıyla tanımlanıyor. Gerçekten de bu kavram Obama’nın yaklaşımını oldukça iyi ifade etmektedir. Sipere geri dönmek ve masrafları kısmak anlamına gelmesi bakımından bu kavram Obama döneminin iyi bir tavsiridir. Obama’nın mevzilenme olarak adlandırılan bu stratejisini en iyi tanımlayacak iki kavram “izolasyonculuk” ve “yeni liberal kuramsalcılık”tır. Birincisi ABD’nin en eski ikincisi ise en sürekli tarzını ifade etmektedir. Bir büyük güç olarak ortaya çıktığı ilk günlerde 19, yy boyunca ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinin en temel unsuru izolasyonculuk zihniyetiydi. Biraz ideolojik biraz da ideolojik nedenlerden dolayı izolasyon, yükselmekte olan ABD’nin en değerli yöntemiydi. İdeolojik olarak Avrupa siyasetinin kirli bir reelpolitik zihniyete sahip olduğunun düşünen ABD’li liderler bu kirli siyasetten mümkün olabildiğince uzak durmak gerektiği fikrine sahipti.
     Ekonomik olarak ise İngiltere’nin serbest ticareti yaygınlaştırdığı ve muhafaza ettiği açık sularda ticaret oldukça karlıydı. ABD hem dünyadaki serbest ticaret düzeninin sürdürülmesi için hiçbir maliyet ödemiyor ve hızlı büyümesini “beleşçilik” üzerinden sürdürüyordu hem de ideolojik olarak kendini temiz hissediyordu.[5]
     Tarihte Amerikan izolasyonculuğu iki defa sekteye uğramıştır. Birincisi 1. Dünya Savaşı’nın sonunda Woodrow Wilson ile olmuş ve kısa sürmüştür. ABD, Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına öncülük etmiş ve bu anlamda uluslararasıcılığın bayraktarlığını yapmış olsa da bu tavrı uzun soluklu olmamıştır. ABD kısa sürede hem Milletler Cemiyeti’ni hem de dünya siyasetini terk edip izolasyona geri dönmüştür. Bu  ikinci izolasyonculuk dönemi geri dönülmez bir şekilde İkinci Dünya Savaşı ile son bulmuştur. Dünya siyasetine geri dönen ABD Soğuk Savaş’ın başlamasıyla dünya siyasetinden kopamadı. ABD’de o dönemde de izolasyonu savunanlar olmasına rağmen Sovyet tehdidi çerçevesinde ortaya çıkan sınırlandırma stratejisi izolasyonculuğun önüne geçti.
     Tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi ABD’nin uluslararası politikaya mümkün olduğunca az müdahil olması ve savaştan ve askeri müdahaleden her halükarda kaçınması gerektiği fikri Obama dönemi izolasyonunun temelini oluşturmaktadır. Fakat 19. yüzyılda değiliz ve ABD için uluslararası sistemin istikrarlı bir şekilde sürdürülmesini sağlayacak bir İngiliz imparatorluğundan bahsedilemez. ABD, İngiltere’nin sağladığı uluslararası düzende İngirtere’nin mecbur kaldığı serbest ticaret kurallarından en karlı çıkan ülkeydi. İngiltere askeri müdahale ve savaşlara büyük miktarlarda yatırım yaparken ABD hiçbir harcamaya girmeden ve kimseyle kavga etmeden dünya pazarlarına mal satıyordu. Fakat 21. yüzyılda ABD için bu maliyeti tek başına karşılayacak bir aktör yoktur. Obama bunu yerini uluslararası kurumlarla doldurmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla Obama’nın temel stratejik izolasyonculuğun getireceği ekonomik büyüme ve restorasyon iken, bu hedefe ulaşmada kullanılacak en iyi ve dolayısıyla en öncelikli araç ABD’nin uluslararası kurumlar üzerindeki etkinliğidir. Bölgesel dinamiklerin kurmasının bekleneceği bir resimde bu dengenin idare edilmesi için ABD’nin uluslararası kurumlar üzerindeki etkinliği harekete geçirilebilir.[6]

İzolasyonculuk ve Yeni Liberal Kurumsalcı Zihniyet
     Obama döneminin arkasında ki stratejik zihniyet dünyayı algılayış biçimi bakımından pragmatik bir zemindedir. 2010 yılında yayımlanan ulusal güvenlik belgesi bu anlamda çok temel bir ayrıma dayanır. Bu ayrıma göre Obama yönetimi dünyayı gerçekçi bir biçimde resmetmeye çalışır ve bu resme dayanarak ABD’nin arzularını şekillendirmeye gayret eder.[7]
     Buna göre dünya artık karşılıklı bağımlılığın daha yüksek olduğu bir yer olduğundan güvenlik sadece ABD sınırlarında sağlanamaz. ABD, Irak ve Afganistan’da olmak üzere iki savaş vermektedir. Fakat bunun yanında yeni tür güvenlik tedbirleri mevcuttur. Küresel ekonominin yapısı değişiyor, krizler dünya ekonomisini sarsıyor, demokrasi ve insan hakları yayılmaya devam ediyor fakat dünyanın birçok yerinde hala demokrasinin yaşadığı zorluklar var. Ayrıca dünya siyasetinde yeni güç merkezleri ortaya çıkıyor. AB bağımsız ve etkili bir aktör olarak doğarken, Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkeler kendilerini dünya siyasetinde daha fazla hissettirmektedir. ABD hala dünyanın en güçlü aktörü ve karşılıklı bağımlılığın merkezinde yer alıyor.[8]
     Kısaca söylemek gerekirse ABD kendisine –maliyetinden uzak durarak- dünya siyasetini bölgesel aktörlerin birbirleriyle mücadele ettikleri ve uluslararası kurumlar aracılığıyla bu gerginliklerin kontrol altında tutulduğu bir strateji belirlemiştir. Bu stratejinin tercih edilmesinin nedeni ise şu sıralamaya sahiptir:
1.      ABD kendi ekonomisini yeniden inşa etmek istemektedir.
2.      ABD kapsamlı angajman mantığı çerçevesinde tüm diğer uluslararası aktörlerle ilişki içerisinde hepsini bir şekilde kontrol edecektir.
3.      Adil ve sürdürülebilir bir uluslararası düzeni destekleyecektir.[9]
     Temel amaç ekonomiktir, sonrasında diğer aktörlerin kontrolü gelmektedir. En son sırada ise uluslararası düzen vardır. Uluslararası düzenden kasıt ise ABD merkezli bir dünya düzeni vardır.

Amaç, Yöntem ve Araçlar
     Obama yönetimindeki ABD sonuç itibarıyla ekonomik rehabilitasyonu amaçladı. Bunu elde etmek için izolasyoncu bir yöntem tercih etti. Bu niyetle de uluslararası kurumları araçsallaştırdı. Tüm bunların toplamına Obama’nın mevzilenme stratejisi diyoruz.

Tablo 1. Obama’nın Amaç, Yöntem ve Araçları
Amaç
Yöntem
Araç
Ekonomik rehabilitasyon ve güç biriktirme
İzolasyon ve tasarruf
Uluslararası kurumlar ve çok taraflılık

     Obama’nın en fazla önemsediği başlık olan ekonomi alanında beş hedef vardır. Buna göre eğitim ve insan sermayesi güçlendirilmelidir. Bilim, teknoloji ve yenilikçilik artırılmalıdır. Dengeli ve sürdürülebilir büyüme başarılmalıdır. Sürdürülebilir gelişme hızlandırılmalıdır. Amerikan halkının vergileri akıllıca harcanmalıdır.[10] Bu beş madde Obama’nın ABD’yi daha güçlü hale getirmek için önerdiği ekonomik rehabilitasyon reçetesidir.
     Obama uluslararası ittifakları tehditlere karşı kurulmuş yapılar olarak değil “güç çarpanı” olarak görmektedir.[11] Yani Obama müttefiklerin güçlerinden faydalanmak istemektedir. Müttefikleri sadece ABD savunmasından faydalanmamalı, ortak güvenlik yoluyla Amerikan gücene katkı sağlamalıdır. Müttefiklerle kurulacak sağlam ilişkilere ilaveten diğer uluslararası güç merkezleriyle ikili işbirliği kurulması gerekir.[12] Bu durum ABD’nin merkezi rolünü maliyetsizce sürdürecektir. Uluslararası kurumlar ve işbirliği mekanizmaları güçlendirilmelidir.[13] BM etkinliği artırılmalı, karar alma mekanizmalarında uluslararası koalisyonlar devreye sokulmalı ve ASEAN, Körfez İşbirliği Konseyi gibi bölgesel kurumlara da yatırım yapılmalıdır. Son olarak küresel meselelerde geniş işbirliği sürdürülmelidir.[14]
     Kısaca toparlamak gerekirse Obama yönetimi uluslararası düzen veya uluslararası değerler gibi konular söz konusu olduğunda duyarlı ifadeler kullanıyor  gibi görünmesine rağmen neredeyse tüm örneklerde ABD’nin oynayacağı rolü kısıtlamak ve o rolü uluslararası kurumlar aracılığıyla paylaştırmak istemiştir.

Türkiye’nin Seçenekleri
     Türkiye ile müttefiki ABD arasında ki durum, tipik haliyle bir ittifaktaki sürüklenme ve terk edilme geriliminin örneğidir.[15] Uluslararası ittifaklar bir tehdide karşı kurulur ve tarafların güçlerini tehdide karşı birleştirmesini gerekli kılar. Aslında taraflar ittifaka girerek kendi otonomilerinin bir kısmından feragat etmiş olurlar. Tehditten korunmak için birbirlerine bağımlı hale gelirler. Fakat bu bağımlılığın doğası asimetriktir.[16] Güçlü zayıf tarafı korumak zorundadır. Zayıf taraf da güçlü tarafın kontrolüne katlanmak durumundadır. Diğer yandan güçlü müttefik zayıf ortağı tarafından istemediği bir savaşa sürüklenmekten korkarken, zayıf taraf ihtiyacı olduğunda büyük ortağın yardıma gelmeme ihtimalinden korkar. Bugün Suriye’de Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiye bu iki korku hakimdir. Türkiye, ABD ile kurduğu ittifak ilişkisinin işlemediğini ve ABD’nin kendisi yerine rakipleriyle işbirliğine gittiğini görmektedir. Diğer taraftan ABD ise Türkiye’nin kendisini Suriye’de bir savaşa sürükleme ihtimalinden çekinmektedir.
     Suriye’de Türkiye’nin önünde kaba haliyle üç ayrı yol olduğu söylenebilir. Birinci yol halihazırda devam eden yoldur. Bu durumda ABD Türkiye’yi yakınında tutarak kontrol etmeyi sürdürür. PYD’ye ABD tarafından verilen destek gün geçtikçe artar. Hatta son Cenevre müzakerelerinde olduğu gibi Türkiye’yi PYD ile aynı masaya oturtmak için her şey denenir. Rusya ve İran karşısında ise Türkiye’ye beklediği destek sunulmaz. Aksine bu iki ülke sistemin içine davet edilerek Türkiye’ye karşı bir denge unsuru olarak kullanılır. Böylesi bir senaryo ise aslında Türkiye’yi edilgen bir konuma iter ve müttefiklik ilişkisinden sadece ABD’nin faydalı çıkmasını sağlar. Dolayısıyla bu durum Türkiye’yi yavaş yavaş eritir ve gün geçtikçe ABD’ye olan tek taraflı bağlılığını sürdürür. Dolayısıyla bu durum risksiz gibi görünse de maliyetli ve kazanma ihtimali olmayan bir yoldur.
     İkinci yol Türkiye’nin ABD’yi Suriye’ye sürüklemeye çalışmasıdır. Bu yol daha riskli olanıdır ve Türkiye’nin ittifak ilişkisini kendi lehine çevirmek için gerekli olan şart Suriye krizinin uluslararasılaşması veya dengenin bir taraf lehine bozulmasıysa o zaman bu yolun içinde yine kabaca iki senaryo kurulabilir: birincisi dengeyi tek taraflı bozmak ikincisi ise krizin uluslararasılaşmasını sağlamaktır. Suriye’de Türkiye’nin dengeyi tek başına kendi lehine bozması pek mümkün gözükmüyor. Fakat diğer taraftan Türkiye’nin ABD’ye dengenin Rusya, İran ve rejim lehine bozulma ihtimali olduğunu göstermesi ve böylece kendi katma değerini hissettirmesi hala mümkündür. Yani aslında Türkiye tüm Suriye masasını ters çevirebilir.
     Üçüncü yol ise Türkiye’nin Suriye’de kendi başına hareket etmesidir ve sayılan senaryolar arasında en risklisidir. Bu da Türkiye’nin Suriye’de dengeleri bozmak için Suriye’nin kuzeyine tek başına operasyon yapma ihtimalidir. Geldiğimiz noktada Türkiye’ye yönelik tehdidin asıl kaynağı PYD olduğundan, Türkiye PYD’yi devre dışı bırakabilecek ve Suriye’nin kuzeyinde kurulan PYD bölgesini ortadan kaldırabilecek bir operasyona girişilebilir. Fakat özellikle diğer aktörlerin bu duruma karşı takınacağı tavır ciddi merak konusudur. Böylesi bir senaryo ortaya konulduğunda ilk akla gelen şey özellikle ABD’nin buna müsaade etmeyeceği iddiasıdır.
     Bahsi geçen son iki senaryo da oldukça riskli senaryolar olarak dikkati çekmektedir. Fakat her ikisinin de şimdiki cendereden daha az maliyetli olduğu da iddia edilebilir. Ayrıca bu iki seçenekten en az biri güvenli yoldur. Çünkü bu iki seçenek mantıken birbirini dışlayan senaryolardır. Birincisi ABD’nin belli şartlar sağlandığında Suriye’ye sürüklenebileceğini iddia etmektedir. İkincisi ise ABD’nin her ne olursa olsun Suriye’ye müdahil olmayacağı varsayımına dayanmaktadır. Bu senaryoları reddeden bir akıl mantıken ancak birini reddedebilir. Her ikisi birden yanlış olamaz. Eğer ABD gerçekten PYD’yi her halükarda savunacaksa o zaman Suriye’ye gelmek durumunda kalacaktır.

RUSYA’NIN SURİYE POLİTİKASI
     Sovyetler Birliği’nin dünya siyasetindeki mirasını üstlenen Rusya Federasyonu 1990’ların ilk yarısını kendi siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarıyla uğraşarak geçirmiştir. Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in liberal ekonomiye geçiş için başlattığı “şok terapi” reformları ülkenin tüm sosyoekonomik yapısını alt üst etmiştir. Bu kapsamda yoksulluk, yolsuzluk ve rüşvet gibi sorunlar yaygınlaşmış, “oligarklar” adı verilen bir grup süper zengin iş adamı da Rusya’nın siyasi ve ekonomik dengelerini kontrol etmeye başlamıştır.
     Dış politikada ise başta Batı’ya yakın bir politika izleyen Yeltsin, halkın ve muhaliflerin hoşnutsuzluğu arttıkça daha sert bir tutuma yönelmiştir. Nitekim 1993’te ilan edilen “Yakın Çevre” doktriniyle beraber Yeltsin yönetimi eski Sovyet cumhuriyetlerinde Rusya’ya muhalif yönetimleri iktidardan uzaklaştırmak amacıyla bu ülkelerdeki siyasi ve etnik sorunları kullanmaya başlamıştır. Ayrıca Orta Asya ve Hazar havzasının zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının Rusya üzerinden geçen boru hatları ile Batı’ya taşınması konusunda da ısrarcı olmuştur. Özellikle 1990’ların ikinci yarısıyla birlikte Moskova ve Washington’ın arasında hız kazanan bu jeo-ekonomik rekabete ise “Yeni Büyük Oyun” adı verilmiştir. Bu kapsamda Moskova, Washington’ın destek verdiği Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı gibi projelere karşı eski Sovyet cumhuriyetleri üzerindeki nüfuzunu korumaya çalışmıştır.

Arap Ayaklanmaları Bağlamında Rusya’nın Suriye Politikası
     Rusya’nın Suriye politikasının dönüşümü açısından en önemli gelişme Arap coğrafyasındaki ayaklanmaların Şubat 2011 Libya’ya yayılmasıdır. Zira Rusya’nın daha önce benzer bir süreç geçiren Tunus, Mısır, Bahreyn ve Yemen gibi ülkelerin aksine Libya ile özellikle askeri ve ekonomik alanda yakın ilişkileri bulunmaktadır. Daha önemlisi ise Rus liderlerin Libya krizini Rusya’nın bir “büyük güç” olarak küresel siyasetteki nüfuzunu koruması açısından son derece önemli bir ders olarak algılamalarıdır.

Küresel Düzey
     Rusya’nın küresel çıkarları açısından Libya’nın öne çıkmasının nedeni Mart 2011’de BM Güvenlik Konseyi’nin gündeme gelen ve “sivilleri koruma amaçlı uçuşa yasak bölge oluşturulmasına” yetki veren 1973 sayılı kararın kabul edilmesinden sonra yaşanan gelişmelerdir. Bu karar Kaddafi yönetimi ile muhalif güçler arasında patlak veren iç savaşın neden olduğu insani trajediye daha fazla kayıtsız kalamayan Rusya’nın Çin’le birlikte çekimser oy kullanması sonucunda BM Güvenlik Konseyi’nden geçmiştir. Moskova’nın bu yaklaşımında Arap Birliği’nin BM kararını destekleyen tutumunun yanı sıra Başkan Medvedev’in bu konuda uluslararası toplumla beraber hareket etmekteki ısrarlı tavrı da etkili olmuştur.
    Rusya Suriye’deki krizin çözümü içim Ocak 2014’te toplanan 2. Cenevre Konferansı’nda aktif rol oynamıştır. Taraflar arasındaki derin görüş ayrılıkları nedeniyle sonuçsuz kalan konferansın ertesinde Suriye meselesi giderek daha karmaşık bir hal almıştır. Özellikle DAİŞ’in 2014’le birlikte daha geniş bir alanda hakimiyet kurması bölgede ki siyasi dengeleri tamamen değiştirmiştir. Bunun üzerine Rusya’nın yeniden Suriye konusunda ağırlığını hissettirme çabası içine girdiği görülmektedir. Bu çabanın en önemli yansımalarından birisi Putin yönetiminin Suriye’de savaşan tarafları 2015’in başında Moskova’da bir toplantıda bir araya getirmesidir. 2. Cenevre süreci gibi bu girişimden de önemli bir sonuç çıkmamışsa da Moskova’nın Suriye krizinde üstlenmiş olduğu kilit rol bu vesileyle bir kez daha teyit edilmiştir.
     Obama yönetiminin Suriye krizinde ilan ettiği kırmızı çizgilerin ihlal edilmesine rağmen müdahale etme konusundaki çekingen tavrına karşı Rusya’nın gösterdiği bu diplomatik performans, Moskova’nın Ortadoğu’daki nüfuzunu daha da sağlamlaştırmıştır. Bu duruma bağlı olarak İran, Ürdün, Suudi Arabistan, Irak ve hatta İsrail gibi diğer bölge ülkelerinin de Rusya ile diplomatik temasları sıklaşmıştır.[17] Öte yandan Temmuz 2013’te Muhammed Mursi yönetiminin iktidardan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan askeri darbe sonrasında Rusya ile Mısır’ın yeni yönetimi arasındaki siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerin de hızla gelişmeye başladığı görülmektedir. Tüm bu gelişmelere bağlı olarak özellikle 2014-2015 döneminde Rusya’nın Suriye meselesi üzerinden ABD’ye karşı küresel ve bölgesel düzeyde ciddi bir zemin kazanmayı başardığını söylemek mümkündür.

Rusya’nın Suriye’ye Müdahalesinin Nedenleri
     2013’le beraber Suriye krizine yönelik olarak daha aktif bir diplomasi yürütmeye başladığı görülen Moskova, 30 Eylül 2015’te ise Esed rejimine destek olmak amacıyla Suriye’de hava operasyonlarına başlamıştır. Putin yönetimi DAİŞ’e karşı ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyonun etkisiz kaldığını iddia ederek Esed rejimi, yerel Kürt gruplar ve bölge ülkelerini bir araya getirecek yeni bir koalisyon kurulması çağrısında bulunmuştur. Moskova aynı zamanda balta Suudi Arabistan olmak üzere Ürdün, Mısır, İran ve İsrail gibi bölge ülkeleri nezdinde de diplomatik girişimlerine hız vererek Suriye meselesiyle ilgili olarak bu ülkelerle belli bir anlayış birliği oluşturmayı hedeflemiştir.
     Diplomatik alanda bu gelişmeler yaşanırken Eylül ayının başında Rusya’nın Suriye’deki varlığını artırdığını gösteren haberler ve uydu görüntüleri bir anda uluslararası medyanın gündemine oturmuştur. Moskova’nın özellikle Lazkiye’de bulunan Basil Esed  Havalimanı yakınında bir askeri üs kurduğu ve bölgeye yeni savaş uçakları, saldırı helikopterleri, hava savunma sistemleri ve insansız hava araçları gönderdiği anlaşılmıştır. Hmeymim adı verilen bu yeni üs dışında Rusya’nın Tartus’taki üssünü de güçlendirdiğine ve bu kapsamda 1700 kadar Rus askeri uzmanı bölgeye gönderdiğine dikkat çekilmiştir. Bazı mnedya ajansları ise Rus kara birliklerinin Esed rejimine bağlı askerlerle birlikte muhaliflere karşı bizzat savaştığını iddia etmişlerdir.[18] Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığının açığa çıkmasını takiben başta Dışişleri Bakanı Lavrov olmak üzere Rus yetkililer Moskova’nın Suriye’ye uzun süredir silah ve askeri uzman gönderdiğini teyit etmişler ancak burada esas amacın “DAİŞ ve diğer aşırılık yanlısı gruolar” ile mücadelede Esed’e destek vermek olduğunun altını çizmişlerdir.[19]
     Burada dikkat çeken nokta Rusya’nın Suriye’ye yaptığı askeri sevkiyat için ağırlıklı olarak İran ve Irak’ın hava sahasını kullanmış olmasıdır. Nitekim Eylül ayı sonunda bu dört ülkenin teröre karşı mücadele için Bağdat’ta ortak bir askeri koordinasyon merkezi kurduğu açıklanmıştır. Rusya’nın Esed rejimine destek olmak adına Irak ve İran’la askeri işbirliğine girmesi bazı yorumcular tarafından Ortadoğu’da hız kazanan mezhep çatışmasında Moskova’nın “Şii Bloku”na destek verdiği şeklinde değerlendirilmiştir.
     Bölgesel düzeyde Rusya’nın en önemli amacı Esed’in Suriye’de varlığını korumasını sağlamaktır. Bu bakımda Moskova’nın Suriye’ye doğrudan müdahil olarak ülkedeki askeri dengeyi Esed lehine değiştirmeyi hedeflediği söylenebilir. Özellikle 2015’in Ocak-Ağustos döneminde Esed rejiminin muhalifler ve DAİŞ karşısında yaklaşık yüzde 18 oranında toprak kaybetmesinin bu açıdan Moskova için belirleyici olduğu görülmektedir.[20] Bir başka iddiaya göre ise Rusya’nın müdahalesinde Temmuz ayında Moskova’yı ziyaret eden İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün komutanı Tümgeneral Kasım Süleymani ile yapılan görüşme de etkili olmuştur. Bu görüşmede Süleymani’nin Rus yetkililere Suriye’ye müdahale edilmemesi durumunda Esed’in savaşı kaybedeceği mesajını verdiği iddia edilmiştir.[21]

Fırat Kalkanı Operasyonu ve Suriye’nin Geleceği
     Kitabın yazıldığı dönem ile şimdi arasında pek bir fark yoktur belirsizlik açısından. Her ne kadar Fırat Kalkanı Operasyonu’nun bittiği açıklansa da önümüzde ki süreçte yeni operasyonlar olacak mı, olursa uluslararası toplumun tepkisi ve operasyonun haklı temellere oturtulabilmesinin mümkünlüğü tartışılabilir. Savaş halinde ve birçok bölgeye parçalanmış, ayrı yerel ve uluslararası güçlerin kontrolüne geçmiş bir Suriye’de çözüm kısa vadede mümkün görünmemektedir. Suriye yavaş yavaş çürüyen bir yara halindedir. Tipik bir vekalet ve yıpratma savaşı olarak devam etmektedir. Bu tür savaşların maliyeti vaktinde açıkça hissedilmese de çok yüksektir. Bütün taraflar uzatılmış çatışmaların tarafı olarak uzun vadede yıpranırlar.
     Bu yıpratma savaşındaki uluslararası aktörlerin bir kısma Esed rejimini doğrudan desteklerken, bir kısmı Esed’in gitmesini savunmaktadır fakat bu gruptakilerin fiili müdahaleden uzak durma stratejileri ortaktır. Birinci grubun en önemli aktörleri Rusya ve İran’dır. Rusya ve İran aktif bir şekilde savaşan taraflar konumundadır. Rusya Esed’li bir geçişi tercih etmektedir. Fakat Esed benzeri bir yönetimle yapılabilecek bir geçişe de razı olabilir. Kısa süre zarfında Rusya’nın pozisyon değiştirmesi beklenmemelidir. İran Suriye savunmasını başından beri bir ulusal güvenlik meselesi olarak görmüştür. Fakat savaş İran için de maliyetli olduğundan Türkiye ile işbirliği imkanı hala vardır denebilir.
     Diğer tarafın aktörleri ise ABD, NATO, AB, Mısır, Suudi Arabistan ve İsraildir. Bu aktörlerin tamamı Suriye’de fiili ve açık müdahaleden kaçınmaktadır. ABD mevzilenme stratejisi çerçevesinde Suriye’deki maliyeti bölgesel aktörlerin üzerine yıkmak istemektedir. Suriye’deki kilitlenmişliği desteklemektedir ve taraflardan birinin açık ara fark yarattığı bir durum olmadıkça müdahil olmayacaktır. ABD’nin bu tavrını belirleyen şey kontrollü çekilme mantığıdır. Geleneksel rakiplerinin müttefiklerine meydan okumasını üstü kapalı bir şekilde destekleyecektir. Çünkü ABD Suriye’de tarafların birbirini tüketmesini tercih etmektedir.
     AB, Suriye’de etkin bir aktör olmamış ve olamamıştır. İlerde daha etkili olmasını beklemek de iyimserlik olacaktır. Hem komşuluk hem de insani güvenlik politikaları çerçevesinde hareket eden Avrupa’nın Suriye’deki etkinliği yok denecek kadar azdır. Bugün Avrupa’nın ilgilendiği tek konu göç ve terörizmidir.
     Özetle Suriye üzerindeki vekalet savaşları kısa vadede sona erecek gibi görünmemektedir. Farklı bir çok grubun elinde parçalanmış bir Suriye’de kısa vadede çözüm imkansız görünmektedir(harita 1).


Harita 1 :  Suriye’deki parçalanmışlığı gösteren harita
    












[1]  Marcus Corbin, “Bush’un Ulusal Güvenlik Stratejisi”, 2023 Dergisi, Kasım 2002, s.10.
[2]  George W. Bush, “President Bush Outlines Iraqi Threat”, Remarks by the President on Iraq, October 7, 2002, Office of the Press Secretary, <www.whitehouse.gov/news/ releases/2002/10/print/20021007-8.html>, 20 Kasım 2009.
[3] George W. Bush, “National Security Strategy 2006”, 16 Mart 2006, s. 1, http://nssarchive.us/NSSR/2006.pdf
[4] Yalçın, Hasan Basri, Küresel ve Bölgesel Aktörlerin Suriye Stratejileri, s:28
[5] Yalçın, Hasan Basri, Küresel ve Bölgesel Aktörlerin Suriye Stratejileri, s:29
[6] Yalçın, Hasan Basri, Küresel ve Bölgesel Aktörlerin Suriye Stratejileri, s:31
[7] Barack Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:7
[8] Barack Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:9
[9] Yalçın, Hasan Basri, Küresel ve Bölgesel Aktörlerin Suriye Stratejileri, s:34
[10] Barack Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:28-34
[11] Barack Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:41
[12] Barack Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:43
[13] Barack Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:46
[14] Barack Obama, “National Security Strategy 2010” , 27 Mayıs 2010, s:47
[15] Tongfi Kim, “Why Alliances Entangle But Seldom Entrap States “, Security Studies, Cilt:20, Sayı:3, s:350-377
[16] James Morrow, “ Alliances and Asymmetry: An Alternative to the Capability Aggregation Model of Alliances”, American Journal of Political Science, Cilt:35, Sayı:4, (1991), s:904-933
[17] Michael Weiss, “Russia’s Return to the Middle East” , the American İnterest, 13 Aralık 2013.
[18] Reid Standish, “Russian Troops are in Syria, and We have the Selfies to Prove it”, Foreign Policy, 8 Eylül 2015.
[19] “Lavrov Confirms Russian Military Present in Syria to Deliver Arms to Army”, Sputnik News, 10 Eylül 2015.
[20] “ Rusya Suriye’deki Savaşın Gidişatını Değiştirdi”, Sputnik Türkiye, 23 Ocak 2016.
[21] “Putin’i Esad için İranlı General Kasım Süleymani mi İkna Etti?”, T24, 8 Ekim 2015.

ULUSAL GÜVENLİK STRATEJİSİ




Harita 1 : Dünya siyasi haritası

ABD
     Dünya siyasi haritasına baktığımızda coğrafi olarak izole bir devlet olarak görüyoruz.[1] Ancak 20. yy’da küreselleşen dünya düzeni coğrafi izolasyondan doğan bir siyasi izolasyona izin vermemektedir. 1. Dünya Savaşı sonrası oluşturulmak istenen uluslararası topluluklar daha etkinlik sağlayamamışken, Avrupa ve Asya’da güç kazanan otoriter rejimler ikinci bir dünya savaşının yolunu açmış ve büyük yıkımlara sebep olmuştu. Bu savaşa kadar izolasyoncu bir dış politika güden ABD dünyada ki güç dengelerinin aleyhine değiştiğini fark edip 2. Dünya Savaşına müdahil olmak durumunda kalmıştı. Savaşın ilk zamanları diğer güçlerin bir birini yıpratmasına izin verirken sona doğru savaş sonrası düzenin kendi çıkarlarına uygun şekillenmesi adına savaşa müdahil olmuş ve kazanan tarafı belirlemiştir.
     Savaş sonrası dönemde hem kendi gücünü artırmak hem de kendisine rakip olabilecek bir devletin sınırlandırılabilmesi için uluslararası birlikleri güçlendirme çabasına girişmiştir. 1991’e kadar iki kutuplu dünya düzeninde üçüncü bir kutup olarak uluslararası güç dengesini sağlaması için çeşitli uluslararası örgüt ve Avrupa Birliği devlet üstü yapılanmasını desteklemiştir.
     Soğuk Savaş döneminden güçlü olarak çıkan taraf olan ABD, sisteme hakim güçlü ülke olarak gücünü hissettirme gayesi içinde oldu sürekli. Bu amaç doğrultusunda doğrudan kendisine bir tehdit oluşturmasa bile gücünün varlığını hissettirmek adına savaşlara girmiş neredeyse hepsinde hezimete uğramış. Ama karşısında güçlü bir karşı blok olmadığı için prestiji azalmasına ve gücü sorgulanır olmasına rağmen güçlü lider ülke olma özelliğini kaybetmemiştir.[2]
     2006 yılında George W. Bush başkanlık döneminde yayımlanan ve 2010 yılında Barack H. Obama başkanlık döneminde yayınlanan ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi belgelerini karşılaştırmalı olarak inceleyelim.[3] Tabloda da gördüğümüz gibi dört yıl arayla iki ayrı başkan döneminde oluşturulan bu iki belgenin güvenlik ve düşman algı ve tanımları birbirinden oldukça farklı ama algılar farklı olsa da temel amaç ABD güvenliği ve sürdürülebilir güçlülüğüdür. Amaç birliği olan tanımlama ve uygulama yöntemleri farklıdır.
     Bu iki belgenin görünürde uygulama yöntemi farklarına rağmen amaç ve sonuç anlamında benzerlikleri çoktur. Başkan Bush dönemi saldırgan ve gücünü gösterme amacı güden dış politika, Başkan Obama döneminde direkt askeri güç gösterimi maliyetli görülüp daha çok uluslararası güçler ön plana koyulmuştur. Başkan Bush dönemindeki saldırgan ve maliyetli tutum ABD bütçesine ağır yük oluşturuyordu. Uluslararası düzeni dolayısıyla ABD güvenliğini sağlamanın maliyetini sadece ABD’nin yüklenmesine karşı olan Başkan Obama bu amaç doğrultusunda uluslararası aktörleri etkin hale getirmeyi amaçlamış ve seçimler öncesinde de vaatleri arasında ön planda olan Afganistan ve Irak’tan çekilme sözünü kısa sürede yerine getirmiştir.
     Obama başkanlığında ki yeni politika belki ekonomik bir rahatlık getirmiş olabilir ama ABD’nin uluslararası arenadaki etkinliğinin azalması ve ABD destekli uluslararası güçlerin ABD’den boşalan yeri tam anlamıyla dolduramaması ve Çin, Rusya ve görece İran’ın bu boşluğu doldurmaya çalışması güce alışmış ABD’de bir rahatsızlık oluşturmuştur.
     Bu anlamda iç rahatsızlıklara en güzel örnek belki de Donald Trump’ın başkan seçilmesidir. Ilımlı Demokrat aday H. Clinton’ın seçilmesi büyük bir olasılıkken sert söylemlere sahip Cumhuriyetçi Trump’ın kazanmasının arkasındaki sebeplerden biri de Trump’ın sert söylemleridir. Son yaşanan olaylar ABD’nin dış politikada daha etkin bir rol oynamaya aday olduğuna işarettir.

Tablo1: Ulusal Güvenlik Stratejilerinde Genel Görünüm: Kavramsallaştırma, Tehdit ve Yöntem[4]

Güvenlik Kavramsallaştırması
Güvenlik Tehdidi
Güvenlik Yöntemi
ABD 2006
  • Dar ve somut
  • Üstünlük Stratejisi
  • Yeni Liberal Kurumsalcı teori
İstikrarsızlıktan doğan ve istikrarsızlık üreten küresel terör ve kaynakları
Demokratik dönüşüm için her türlü yol ve önleyici saldırı
ABD 2010
·          Geniş ve somut
·          İzolasyoncu zihniyet
·         Teorik olarak yeni liberal kurumsalcılık
Geçiş sürecinin tehditleri
Terörizm, kitle imha silahları, ekonomik sorunlar ve gereksiz maliyetler
Güvenlik, refah, değerler ve uluslararası toplum sıralaması, sorumluluk ve maliyet devri
İngiltere 2008
·          Bilinçli geniş ve soyut
·          Liberal stratejik zihniyet
·         Liberal teorik zihniyet
Terörizm, kitle imha silahları, başarısız devletler, salgın hastalıklar ve bunların doğuşuna neden olan güvensizliğin kökenleri

Önleyici davranış ve güvensizliği kökünde çözmek


İngiltere 2010
·          Geniş ve soyut
·          Güvenlikçi zihniyet (güvenlik özgürlük ve refahın kaynağıdır ve önceliklidir)
·          Reelpolitik bir yaklaşım (İngiltere’nin bağşam içinde sahip olduğu kapasite)

İhtimal ve etki hesaplamasına
göre üç aşamalı sıralama:
Uluslararası terörizm, siber
saldırı, doğal afetler,
uluslararası askeri krizler

Sekiz yöntem: İstihbarat, kaynağında çözüm, nüfuz kullanmak, normları güçlendirmek, tehditlerle mücadele, istikrara katkı
Fransa 2008
·          Geniş ve soyut
·          Müdahaleci stratejik zihniyet
·          Teorik olarak reelpolitik zihniyet

Pozitif gündem kurmak adına tehditle hedefi karıştırmak ve hedefle de aracı karıştırmak
Kırılgan rejimler

Beş işlev ( bilgi ve öngörü, caydırıcılık ve korunma, önleme ve müdahale), önleyici müdahale
AB ve NATO aynı zamanda
Fransa 2013
·          Geniş ve soyut
·          Liberal örgütleri araçsallaştırma zihniyeti
·          Reelpolitik egemenlik zihniyeti

Fransa’dan tüm dünyaya yayılan pozitif gündem, stratejik öncelikler ve istikrarsızlık kaynağı olarak kırılgan rejimler

Beş işlev ( bilgi ve öngörü, caydırıcılık ve korunma, önleme ve müdahale), önleyici müdahale
NATO ve önleyici müdahale
Rusya 2000
·          Çok geniş ve soyut
·          Devletin merkezileşmesi zihniyeti
·          Karamsar tasvir, iyimser beklenti


İç siyaset, NATO, terör

Önleyici tedbirler ve kapasite inşası
Gücün merkezileşmesi
Rusya 2009
·          Çok geniş ve soyut
·          Devletin merkezileşmesi zihniyeti
·          Tasvirde reelpolitik değerlendirme ancak beklentilerde idealist

NATO, iç siyasi ve ekonomik sorunlar

Önleyici tedbirler ve kapasite inşası
Gücün merkezileşmesi
Çin 2011
·          Dar ve somut
·          Stratejik kapasite inşası
·          Teorik olarak reelpolitik zihniyet

Çin’in büyüme ve gelişmesinin yaratacağı konvansiyonel tepkiler
İstikrar adı altında büyüme ve askeri modernizasyon (mekanizasyon, enformasyon, ateş gücü, hız, koruma destek kabiliyetlerini artırmak, güç biriktirme, sürat ve kalite )
Çin 2015
·          Dar ve somut
·          Stratejik kapasite inşası
·          Teorik olarak reelpolitik zihniyet
Hegemonyacılık, güç siyaseti, yeni müdahalecilik, uluslararası rekabet, terör eylemleri, etnik, dini ve sınır çatışmaları ve yerel savaşlar
“ Çin’in rüyası”, pozitif gündem
Aktif savunma için askeri modernizasyon (esnek kara ordusu, uzak denizlerde operasyon gerçekleştirebilen donanma, hava indirmeye odaklı hava kuvvetleri)


Rusya Federasyonu


Harita 2 : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkeleri

     Dağılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden kalan en büyük parça olan Rusya Federasyonu[5] gücünü kaybeden her iktidar gibi eski gücüne özlem içerisindedir. SSCB’nin dağılmasından sonra eski gücüne kavuşma ve ABD’nin tek başına hakimiyetine karşı tekrar alternatif olmayı hedefleyen Rusya Federasyonu, bu amaç doğrultusunda en sağlam ve önemli atılımını 1999’da Başbakan olarak iktidara gelen 2000’de ise iktidarını Başkanlık ile pekiştiren Vladimir Putin döneminde yapmıştır.
     2000 ve 2009 ulusal güvenlik belgelerine incelediğimizde güvenlik kavram, tehdit ve yöntemlerinin değişmediğini görmekteyiz. Bu stabil dış politika anlayışının arkasında çok sebep vardır. İç siyasette istikrar hedeflemiş ve başarmış bir Rusya, dışarda emin adımlarla hamlelerde bulunuyor. ABD öncülüğündeki NATO, Batı bloğuna karşı konumunu güçlendirmeye çalışıyor ve eski Sovyet bakiyesi üzerinde etkinlik kurmaya çalışıyorlar.
     Dünya Bankası’na alternatif olabilmesi ihtimaller dahilinde olan Asya Altyapı Yatırım Bankası’nın[6] kuruluşunda öncülük etmiş ve Çin’le birlikte en büyük iki hissedardan biridir. Bu banka Asya’da yapılacak yatırımlara finansman sağlayıp gelişmiş batıya alternatif bir gelişme sürecine destek olmak amaçlanıyor. Gerçek bir alternatif olup olmayacağı tartışılabilir ama kuruluş sürecinde özellikle Batı’lı ülkelere AAYB’ye hissedar olmamaları yönünde uyarılarda bulunması ABD’nin rahatsız olduğunun göstergesidir.

İngiltere[7]

Harita 3: Birleşik Krallık


     Coğrafi olarak Avrupa kıtasından ayrı olmasının yanı sıra sosyolojik ve siyasi yapı olarak da birçok farklılıklar gösteren İngiltere son gelişmelerle (Brexit) daha bir uzaklaştı ve yoluna yalnız devam etmenin avantajlı olduğuna referandum ile karar verdiler. 
     İngiltere güvenlik arayışlarına sekiz yöntemle cevap arıyor: İstihbarat, kaynağında çözüm, nüfuz kullanmak, normları güçlendirmek, tehditlerle mücadele, istikrara katkı... İngiltere doğrudan müdahalenin maliyetini, devletlerin doğrudan işgali ve sömürgeci faaliyetlerine uluslararası bakış açısını iyi bilen ve çıkarlarını bu doğrultuda ki analizleriyle yönlendiren bir geleneğe sahip.
     ABD’nin İkinci Dünya Savaşına kadar benimsediği ve karlı çıktığı izolasyon politikasına tamamıyla aynı olmasa da benzer bir politika içerisindedir. Eğer ki hem uluslararası politikada söz sahibi olmak hem de bu süreçte maliyeti minimuma çekmek istiyorsanız istihbarat teşkilatınızın kuvvetli olması ve gizli veya açık her oluşum ve hareketlilikten haberinizin olması gerekir. Bu bilgileri ışığında olası tehlikelerden erkenden haberdar olunur ve ona göre tehlike büyümeden kaynağında çözülür. Bu yöntem doğrudan müdahaleden hem daha az maliyetli hem de doğabilecek herhangi bir zararı engelliyor.
     Uluslararası normların güçlenmesi ve yaygınlaşması için büyük çaba harcanmaktadır. Bu normlar Batı normları temelinde oluşup olgunlaşmıştır. Güçlü olmak sadece askeri veya ekonomik güçle ölçülemez bir olgudur. Ekonomik ve askeri güç eğer yumuşak güç (soft power)[8] ile pekiştirilmezse devamlılık sağlanamaz. Bu doğrultuda İngiltere özelinde Batı gücünün devamlılığını yumuşak güç sağlamaktadır. Uluslararası normlar dendiği zaman Batı akla geliyorsa eğer bu Batı’nın hakimiyetinin kabullenildiğinin göstergesidir. Uluslararası normları kendi güvenlik anlayışlarına göre şekillendiren Batı, bu sistemin devamı için sürekli bir güncelleme halindedir.


Fransa

Harita 3: Fransa
     Bir Batı klasiği olan düzensiz, istikrarsız yönetimlere karşı duyulan endişe ve korkuyu Fransa’da da görüyoruz. İstikrarsızlık kaynağı olarak görülen kırılgan rejimler daima bir tehdit olarak görülmüş ve önleyici müdahalelerle kendilerine zararı ulaşmadan çözümlenmeye çalışılmaktadır. Güvenlik tehditlerine karşı tedbirler artırılmış ve sistematik bir tehditlerden savunma yöntemi uygulamaktadır. Bunu şöyle sıralayabiliriz: “bilgi ve öngörü, caydırıcılık ve korunma, önleme ve müdahale”.
     Güçlü ülke olmanın ve gücünün devamlılığını sağlamanın birçok yöntemi vardır. Bunlardan en etkili olanlardan bir kısmını yumuşak güç olgusunu ön plana çıkarmak, uluslararası toplumun gücünü kendi lehine çevirebilmek, tehditleri önceden algılayabilecek bir devlet güvenlik ve istihbarat sistemi oluşturabilmek diye sıralayabiliriz.
     XX. yy ‘da olduğu kadar yumuşak güç kavramı daha önce önem kazanmamıştı. Uluslararası ittifaklar ikili üçlü gruplar halinde ve güç kavramı ordu gücü ve biraz da ekonomik güç olarak görülüyordu. Son yüzyıla baktığımızda ise her alanda olduğu gibi güç ve güvenlik algısında da muazzam değişiklikler meydana gelmiştir. Önceden tehdit olarak algılanan oluşum fiziki güçle çözümlenmek istenirken şimdilerde daha az maliyetli olan hatta maliyetini başkasına yüklemenin de mümkün olduğu yöntemler uygulanıyor. Doğrudan müdahale en son çıkar yol olarak görülüyor.
     Birinci Dünya Savaşından ders almayı beceremeyen ve İkinci Dünya Savaşında büyük yıkımlara maruz kalan Batı sonunda ders almayı başardı ve savaşın ilk çare olmadığını öğrendi. İki dünya savaşında çıkan ve adeta bir enkaza dönmüş olan Avrupa çabuk toparlanmayı başardı. Bu enkazı toparlamanın en rasyonel yolunun birlikten geçtiğini anladılar ve gayet güzel bir şekilde uygulamayı başardılar. Bu süreçte sadece siyasi çıkarlarını düzenlemek için değil hemen hemen her alanda uluslararası bir örgüt kurulmuş durumda ve sorunlarını bu yollarla çözmeye devam ediyorlar. Uluslararası örgütlere baktığımızda büyük çoğunluğunun Batı temelli olduğunu görüyoruz.[9] Bu da bize gösteriyor ki salt kendi aralarında ki sorunlarda değil küresel anlamda ki sorunlarda da çözüm aygıtı olabilecek kuruluşlara önem verilmiş ve bu örgütlerin gücü doğrultusunda kendi güçleri ve uluslararası etkinlikleri artmış durumda.







Çin Halk Cumhuriyeti


Harita 5: Çin Halk Cumhuriyeti
     Komünist bir siyasal yapı ve kapitalist bir ekonominin nevi şahsına münhasır bir karışımı olan ülke. 1990'lardan itibaren Çin ekonomisi yıllık ortalama %11 civarında büyümüştür. 2001 yılında Çin resmi olarak Dünya Ticaret Örgütü'ne katıldı. 1996 yılında Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya ve Tacikistan ile birlikte Şanghay Beşlisi'ni kurdu. 2001 yılında Özbekistan'ın da örgüte katılmasıyla adı Şanghay İşbirliği Örgütü  (ŞİÖ) olarak değiştirildi. 1 Haziran 1997 tarihinde Birleşik Krallık Hong Kong'u ve 20 Aralık 1999 tarihinde de Portekiz Macau'yu Çin Halk Cumhuriyeti'ne devretti. Devredilen bölgeler tek ülke, iki sistem politikası ile özel idarî bölge statüsü almışlardır ve çoğunlukla ekonomik, sosyal ve adli sistemlerinde bağımsızlığını koruyarak kendi yönetimlerini sürdürmeye devam ettiler.
     2000'li yıllarda Çin'in ekonomik kalkınması tüm dünyada önemli bir konu haline geldi. Çin'in terörizm ile savaştaki tutumu ülkeyi diplomatik yolla ABD ile işbirliğine yöneltti. Tayvan'ın siyasi durumu ve geleceği belirsizliğini korumakla birlikte Çin Komünist Partisi başta eski rakibi Kuomintang olmak üzere Çin'e karşı daha az düşmanca yaklaşan Tayvan partileri arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi yönünde adımlar atıldı. 2012 yılında Japonya'nın Çin ile ihtilaflı olan Senkaku Adaları'nı kamulaştırması iki ülke arasında gerginliğe neden oldu. Çin Halk Cumhuriyeti'nin Güney Çin Denizi'ndeki adalar konusunda diğer ülkelerle yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle gerginlikler yaşandı.
     Çin ucuz iş gücüyle batılı sermayenin ilgi odağı olmuş durumda ve bu yüksek büyüme oranlarını buna borçludur. Gerek en büyük ikinci ekonomi olması gerekse de nüfusuyla Çin önemli bir caydırıcılığa sahiptir. Batı sermayesi ucuz iş gücü ve yasal düzenlemelerden dolayı üretim ve montaj fabrikalarını Çin’e çekmiş durumda. Çin’in amacı ise istikrarlı büyüme ve ekonomik bir güç olarak sözü geçer bir duruma gelebilmektir. Bu karşılıklı çıkar anlaşması doğrultusunda iki taraf da karlılığını sürdürüyor. Ama bu anlaşmanın yükünü çeken Çin halkı iken batılı sermayedar kar düzeyini sürekli artırma peşinde her yolu denemektedir. Bu sistemin daha ne kadar süreceği tam olarak bilinmese de çok uzak olmadığı ortadadır. Gerek gelişen teknolojinin insana olan ihtiyacı azaltması gerekse de ağır sanayi karşısında bilişim sektörünün gelişmesi ve dolayısıyla insan emeğine olan ihtiyacın azalması dolayısıyla bu mutualist birliktelik çok uzun sürmeyecektir.

Genel Değerlendirme
     Özellikle son zamanlarda dünya siyasetine hakim olan belirsizlik ve çabuk değişen denge ve söylemler de gösteriyor ki güvenlik algısı, terör tanımı, dost ve düşman ayrımı zorlaşmıştır. Suriye ve Kuzey Kore ile ilgili ülkelerin durdukları konumlar ve yaptıkları açıklamalar bu belirsizlikleri açık bir şekilde göstermektedir.
     ABD’nin ana hatları belli bir güvenlik anlayışı ve dış politikası olmasına rağmen hiç rasyonel davranamayan bir başkanı var ve her an ne yapacağı belli olmayan, neye kızacağı neye müsamaha göstereceği kestirilemeyen bir kişiliğe sahip. Bu durum da olaylara ABD’nin alacağı tavra göre yaklaşan ülkeler için sıkıntılı bir durum.
     Uluslararası örgütlerin işleyişi açısından da sıkıntılı bir durum bulunuyor çünkü çok kutuplu bir sistemde farklı güçler tarafından yön verilmeye çalışılıyor. Idlib’te meydana gelen vahim olaylarda da gördüğümüz üzere BM, Rusya’nın ret oyu üzerine işlemez duruma geldi ve ABD bireysel olarak müdahale kararı vermişti. Suriye’deki havaalanına yapılan hava saldırısı sonrası Rusya’dan sert açıklamalar gelmiş ve aralarında ki uçuş güvenliği anlaşmasını feshettiklerini açıkladırlar. Bu olay sonrası dengelerin değiştiği ve ABD ve Rusya’nın karşı karşıya gelebileceği bile konuşulurken bir kaç gün sonra bir araya gelen yetkililer ortak açıklamalar yapıp barış pozu vermişlerdir.
     Böylesi kaygan ve dengesiz uluslararası politikalar ışığından baktığımızda hiç iç açıcı bir manzara görülmemektedir. Dış politikada keskin ve geri dönülmez kararlar vermemenin en doğru yol olacağı bir uluslararası düzen mevcut. Böylesi bir siyasi kayganlıkta sert söylemler, büyük ülke dediğimiz, hakim devletler tarafından zaten kullanılmamaya çalışılıyor. Rasyonel karar almanın bu kadar önemli olduğu bir ortamda hele ki güçlü ve dengelere etki edebilecek büyük bir ülke değilseniz daima kaybeden ve zarara uğrayan taraf olursunuz.








[1] Harita 1 : Dünya siyasi haritası. S:1
[2] Benzer bir gücünü ispatlama çabasını Peloponez Savaşında görüyoruz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Peloponez_Savaşı
[3] Yalçın, Hasan Basri, Ulusal Güvenlik Stratejisi, SETA Kitapları, s:40
[4] Yalçın, Hasan Basri, Ulusal Güvenlik Stratejisi, SETA Kitapları, s:40
[5] Harita 2 : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkeleri

[6] https://tr.wikipedia.org/wiki/Asya_Altyapı_Yatırım_Bankası
[7] https://tr.wikipedia.org/wiki/Birleşik_Krallık
[8] Nye, Joseph S. Yumuşak Güç
[9] https://tr.wikipedia.org/wiki/Uluslararası_örgütler_listesi